24 Kasım 2018 Cumartesi

25.Nükleersiz Asya Forumu 12-15 Kasım’da Filipinler’de yapıldı

İçinde bulunduğumuz dönemde nükleer santrallerin kurulmasına karşı ülke sınırları içinde verilen mücadeleye ek olarak küresel dayanışma ağları  dikkat çekiyor. Bunlardan biri de Asya ülkelerinden katılımla 25.’si gerçekleştirilen uluslararası Nükleersiz Asya Forumu. Her yıl  Asya ülkelerinde kurulu bulunan/kurulması planlanan nükleer santraller ve sorunlarına yönelik deneyim paylaşımı ve birbirinden öğrenmeyi baz alan etkinlik bu sene 12-15 Kasım arasında Filipin Cumhuriyeti’nin başkenti Manila’da gerçekleştirildi.
2016 yılında Fukuşima ve Tokyo’da düzenlenen Nükleersiz Asya Forumu’na Türkiye’den katılmış olan Pınar Demircan da yine davet edilerek  Hindistan, Tayvan, Japonya, Vietnam ve G. Kore’den sivil toplum örgütü üyeleri ve aktivistlerle birlikte Filipinler’deydi. Nükleersiz.org koordinatörü, aynı zamanda gazetemizin yazar ve editörlerinden olan Demircan etkinliği nükleer endüstri alanında iş yapan küresel şirketlere karşı  önemli bir deneyim paylaşım imkanı olarak görüyor ve forumun  Filipinler’de yapılmasının içinde bulunduğumuz süreç açısından ayrıca değerli olduğunun altını çiziyor.

(Solda Türkiye’den Pınar Demircan, sağda Hindistan’dan Vaishali Patil)
Etkinlik hakkında izlenimlerini aldığımız Demircan, Filipinler’de 1971-1981 yılları arasındaki sıkıyönetim dönemi içinde bir nükleer santral kurulmasına karar verildiğini fakat bu planın demokrasi mücadelesiyle el ele giden çevre mücadelesinin gösterdiği başarıyla durdurulmuş olduğunu aktardı. Bataan Nükleer Santrali’nin var olan tek reaktörünün inşasını geçen yıl finansal kriz içine düşerek iflas eden Westinghouse şirketinin yaptığını belirten Demircan, 623 Megawatt kapasiteli santralin, tamamlanmış olmasına rağmen 1986 yılından bugüne bir kez dahi çalıştırılmamasının bir diğer nedenin de 1979 yılında meydana gelen Üç Mil Adası Nükleer Kazası ile 1986 yılında başlayan Çernobil Nükleer Felaketi’nin siyasal iktidar üzerinde yarattığı çekince olduğunu söyledi. Filipin’de nükleer santralin operasyona açılmak istenmesiyle ilgili olarak Türkiye’deki nükleer santral planlarına dair “Bataan Nükleer Santrali son dönemde Türkiye’de Akkuyu NGS’yi kurma görevi verilen Rosatom şirketi tarafından çalıştırılmak isteniyor fakat, 1973 yılında inşaatı başlamış 1986 yılında tamamlanmış bu santral eski bir teknolojiye sahiptir, dolayısıyla teknik ve altyapı sorunları bulunmaktadır. Bu durumdaki santrali operasyona başlatmaya çalışan bir şirkettir Rosatom! Üstelik Filipin Cumhuriyeti daha yeni aynı coğrafyada deprem ve volkanik patlamalarla sarsılan Endonezya gibi bir deprem ülkesidir. Rusya ise bu deprem ülkesinde eski ve sorunlu olduğu bilinen nükleer santrali devreye almak istemektedir. Bir kez daha Akkuyu NGS’nin, dolayısıyla bizim geleceğimizin nasıl bir şirkete teslim edilmiş olduğu açıkça görülmelidir, unutulmamalıdır ki Türkiye de bir deprem ülkesidir üstelik iklim değişikliğiyle ilgili çok bilinmezli bir süreçte yaşıyoruz.”tespitinde bulundu.
4 günlük etkinlik süresince forum üyeleri hem kendi aralarında hem de yereldeki diğer çevre mücadelelerinin aktivist bireyleri ve sivil toplum örgütü üyeleriyle çok yönlü paylaşımlarda bulundu. Bu kapsamda çevreyi ve insan sağlığını tehdit eden halihazırda ekosistemi zehirleyen kömürlü termik santrallerin yol açtığı tahribat da değerlendirildi. Enerji ihtiyacı gerçekten varsa, tercihin gezegenin geleceği düşünülerek yenilenebilir enerjilerden güneş ve rüzgar enerjisinden yana yapılması gerektiği vurgulandı. Filipinler’deki yerel ve küçük ölçekli  iyi örneklere dair bilgi paylaşıldı.
Forum üyeleri konferansın çıktısı olarak bir de basın açıklaması yaptı. 14 Kasım 2018 günü kamuoyu ile paylaşılan basın açıklamasından bir kesitin Türkçesi ise şöyle:
“Fukuşima Nükleer Felaketi nükleer santrallerin sonunu getirecek nitelikte büyük sorunlara yol açmış olmasına rağmen nükleer enerji teknolojisi Çin, Fransa, Japonya, G.Kore ve Rusya tarafından pazarlanmaya çalışmakta bölgede kirli ve ölümcül yatırımlar yapılmaya çalışılmaktadır. Nükleer santraller atık sorununun çözümlenmemiş olmasıyla “tuvaletsiz ev” nitelemesini hak ederken iklim değişikliği şartları bahane edilerek karbon salmadığı bahanesiyle yeniden pazarlanmaya çalışılmaktadır. Fakat karbon salmasa da izotop salarak başka sorunlara yol açacak bu santraller için aynı zamanda iklim değişikliği sorunu ile depreşen su sorunu göz ardı edilerek milyar litrelerce suyun harcanması umursanmamaktadır. Unutulmamalıdır ki, nükleer santrallerdeki teknik sorunlar kolay aşılamayabilir, aksaklıklar ve kazalar geri dönüşü olmayan sorunlara da yol açabilir. Misal Fukuşima nükleer santralinden hala okyanusa radyoaktif su  akıtmaktadır. Ayrıca Nükleer santrallerin dünya genelinde yayılmasına izin vermek savaş endüstrisinin desteklenmesi anlamına gelmektedir”
Forum üyeleri,basın açıklamasına ilaveten  nükleer santrallerin kurulmasının yaygınlaşması için  başvurulan “temiz güvenli, ucuz “mitinin/yalanlarının  yıkılması için dayanışma içinde olacaklarını açıkladı.
Nükleersiz Asya Forumu ilk olarak 1992 yılında Brezilya’da yapılması planlanan Dünya Zirvesi’ne hazırlık olması amacıyla Asya ülkelerinden sivil toplum örgütü üyelerinin katılımıyla Yokohama’da gerçekleştirildi. Bu tarih itibariyle her bir-iki yıl arayla  177 sivil toplum örgütü ve 1354 aktivistin destek ve işbirliğiyle Nükleersiz Asya  Forumu üyeleri bir araya geliyor.

Yeşil Gazete

20 Kasım 2018 Salı

İsrafın karesini almak

Dünya genelinde şirketlerin varlıklarını devam ettirebilmek için uymak zorunda olduğu kurallardan biri de Japonca’dan tercümesiyle israf (Muda), etkin planlamamak (Muri) ve gereksiz yere zorlamak (Mura) gibi  israfı derinleştiren eylemlerden kaçınmaktır. Ancak enerjide, hayvancılıkta, tarımda, besicilikte dışa bağımlı hale gelmiş bir yapının şirketlerin verimlilik kriterinin çokça uzağına düştüğü aşikar. Salt elde olanların etkin kullanılamayışı ve israfı da değil söz konusu olan, bir de karesini alırcasına  yarın için olduğu gibi gelecek yüzyıllar boyunca kaybetme israf etme taahhüdü verilenler var: Toprak gibi, su gibi, hava gibi…
Türkiye’ de altına imza atılmış olan iki nükleer santral projesi gerek atıklarıyla gerek kaza, sızıntı riskleriyle gerekse inşaat süreçleriyle geniş bir coğrafya için yüksek risk barındırıyor; dolayısıyla henüz hiç hesaplanmamış on milyarlarca ek maliyet taşıyor. Proje özelinde bazı detaylara daha dikkatli bakınca da bazı gariplikler de dikkat çekiyor. Örneğin neden Akkuyu Nükleer Santrali’nin maliyeti 20 milyar dolarken Sinop Nükleer santralinin fiyatı başlangıçta 20 milyar dolar olmasına  rağmen Temmuz 2018 itibariyle yaklaşık 40 milyar dolara çıktı? Anlaşmaya göre Akkuyu NGS 4800 megawatt kapasiteli 4 reaktör kuracak Sinop NGS ise 4500 megawatt kapasiteli bir tesis kuracak ve bildiğimiz kadarıyla her ikisi de elektrik üretecek. Satın alınacak olan 300 Megawatt daha düşük kapasiteli tesis için Sinop Nükleer Santrali için maliyet neden 2 kat daha  fazla? Kar etmeyi amaçlayan hangi şirket böyle bir anlaşmadan çekilmez?
Geçen hafta Japon teknoloji devi Toshiba’nın Birleşik Krallık’taki nükleer santral projesini terk ettiği duyuldu. Zira Toshiba yanlış bir yatırım olarak sürekli zarar eden ABD menşeili Westinghouse’u satın almasını izleyen süreçte mütemadiyen zarar etmiş ve borç içine düşmüştü. Gelinen aşamada Toshiba Birleşik Krallık’ı gücendirme pahasına 125 milyar dolarını geri alıp ülkesine döndü ardından 7000 çalışanını da işten çıkaracağı duyuldu. Bu durumdaki Toshiba’ya Japon hükümeti destek olmaz mıydı? Areva’yı hatırlayın Fransa hükümeti  Areva’nın borçlarını sahiplenerek Areva Fransa’dır dememiş miydi? Japonya’da da hükümet Fukuşima’daki suç ortağı Tokyo Elektrik Şirketi için benzer bir sahipleniş sergilemişti. Fakat bu kez Japon hükümetinin Birleşik Krallık’ı kırma pahasına finansal destek/garanti sağlayamadığı ortada. Nitekim Fukuşima’nın çıkardığı fatura 700 milyar doları aştı, Tokyo 2020 Olimpiyat oyunlarının hazırlıkları için harcanan  milyon dolarlar da cabası! Bu durumda Mitsubishi işi yokuşa sürerek bu projeden  kibarca çıkmanın bir yolunu kolluyor olabilir mi?
Normal şartlarda bir  şirket sözleşmesinde şartların esaslı olarak değişmesi halinde uygulanacak şekilde  “mücbir sebep”ler maddesi bulunur. Nitekim projenin fiyatının iki katına çıkması, Türkiye’de enflasyonun ikiye katlanmış olması, doların sözleşme imza tarihine göre 3 kat pahalı hale gelmesiyle çok basit bir matematiksel hesap bile bize projenin maliyetinin en az 12 kat artarak imza koşullarının esaslı şekilde değiştiğini gösteriyor. Kaldı ki Sinop Nükleer Santrali kurulur da elektrik üretilirse bugün piyasa fiyatı kilovatsaat başına 4,5 dolar cent olan elektriği devlet santralden 20 yıl boyunca kilovatsaat başına 10,38 dolar sent ödeyerek alma garantisi vermiş bulunuyor ki bu kısımdan da yaklaşık 2,3 kat daha zarar edileceği görülür. Özetle şu anda bile görülüyor ki biz kullanıcılar bu santralden elektriği en az 36 kat pahalıya satın almak zorunda bırakılacağız. Kaldı ki yine faturalarımıza yansıtılacak olan milyar dolarlar tutarındaki atık maliyetleri henüz hesaplanmış değil.
Belli ki daha israfın karesini alınacak… Sağlıktan huzurdan koparacaklarından bu yazıda bahsetmiyorum bile. Sinop’ta yer lisansı bile alınmamış bir proje için en az 650 bin ağacın kesilmiş olduğunu gösteren fotoğraflar gaddarlığın natürmort tablosu. Çok açık ki 3. Havalimanı hattında göçmen kuşlara “kışt” diyenler yarın bize böyle seslenecek. Oysa doyamadığımız enerjiye hala ihtiyaç varsa şayet, hiçbir şey tepemizdeki güneşten ve başımızda esen rüzgardan daha yerli ve milli değil. Kaldı ki kaynakların nükleere yönlendirilmesi bizi tarımda hayvancılıkta olduğu gibi yerli olandan mahrum bırakırken verimlilik hesapları tutmayan “şirket” de gün gelecek konkordato ilan edecek.
Bu yazı ilk olarak Yeni Yaşam Gazetesi'nde yayımlanmıştır

Atalet mülkün temelidir!

Dünya genelinde siyasi iktidarlar çevresel ve ekolojik riskleri olan proje ve yatırımların önünü açmakta. Sermaye sahiplerine kolaylık sağlanırken yaşanacak mağduriyetleri önlemek ise toplumsal ve hukuki boyutlardaki direnişi canlı tutmayı gerektiriyor. Zira neoliberal çağda yaşananlar çoğunlukla özelleştirme ve yabancı yatırımı çekme derdiyle hukukun bertaraf edildiğini göstermekte. Oysa bir devletin devlet olabilmesi için hakkaniyetin elden bırakılmaması, hukukun adaletli bir şekilde uygulanması şart. Nitekim “Adalet mülkün temelidir”! “Mülk” kelimesi buradaki devlet anlamına gelen kullanımından ayrı yerine göre sermaye ve gücü de temsil eder. “Atalet” ise son dönemde güçler ayrılığı ilkesinin bel kemiği olan “yargı”nın içine düştüğü hal…
Bugün adaletteki atalet tekrar eden birikimin, sermayeyi büyütmenin temeli! Bununla birlikte Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) davaları, bilirkişi incelemeleri, kirleticilere karşı açılan davalar bir şekilde hep sermaye sahiplerinin lehine sonuçlanırken, çevreciler öldürülüp katilleri serbest gezerken adaletin çoktandır atalete düşmemiş olduğu söylenebilir mi?
Türkiye’de uzun zamandır çevre ve ekoloji hareketi sermayeyi ve gücü elinde tutanların lehine yönlendirilmeye çalışılıyor. Maalesef hukuk sisteminin tarafsızlıktan ve adaletten uzaklaştığının son örneğini de Türkiye Barolar Birliği (TBB) bünyesindeki Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu üyesi yirmi dört avukatın tasfiyesi verdi.
2011 yılı itibariyle faaliyette olan Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu’nun mevcut yapısının yerini bu senenin başında TBB tarafından oluşturulan yedi kişilik bir kurulun alması ilk soru işaretlerini uyandırmıştı. Bu değişikliği, manevi değerleri baz alınarak düzenlenen Av. Noyan Özkan Çevre Ödül Töreni’nin gerçekleştirilmesi için komisyona bir türlü onay verilmemesi izledi. Böylece bu sene ödül verilmesi öngörülen EGEÇEP ve Antalya’da öldürülen çevreci çift Ali Ulvi ve Ayşin Büyüknohutçu’nun TBB eliyle onurlandırılmasından imtina edilmiş oldu. Tasfiye haberleri sonrasında da Çevre ve Kent Komisyonu üyesi avukatların anlattıklarından çevre mücadelelerin TBB çatısı altında veriliyor olmasının uzun süredir yönetimi rahatsız ettiği öğrenildi. Her ne kadar TBB yönetiminden “Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu yedi kişiyle devam ediyor” açıklamaları yapılsa da iyimser olamayacağımız aşikar.
Komisyondan tasfiye edilmiş olan avukatlar yayınladıkları basın açıklamasıyla çevre ve ekolojiyi ilgilendiren davalarda hukuki izleme sorumluluğunu yerine getireceklerini ve hukuki açıdan halkın yaşama haklarını korumaya devam edeceklerini dile getirdiler. Bizler de HES’lere, kömürlü termik santrallere, maden projelerine, siyanürlü altın arayışlarına, nükleer santral projelerine, ekolojik tahribat yaratan her türlü yapılaşmaya ve projeye karşı direnen, sivil toplumun gerek yanında onunla el ele, gerekse önünde ona yol gösteren şekilde engelleri ve engellemeleri aşarak meseleleri hukuki zeminde tutma gayreti içinde olan avukatlarımızı bu davalara katılarak sırasında adliye önünde bekleyerek desteklemeli, onları yalnız bırakmadığımızı göstermeliyiz. Şühesiz bugün hukukun işlemediği Türkiye’de icra etmenin en zor olduğu mesleklerden biri avukatlıktır.
Çok açık ki ülkemizde görevini hakkıyla mesleki değerlere dayanarak yapmak isteyenlerin çoğunlukla gönüllü çalışması gerekiyor. Barış dilekçesi imzaladıkları için görevlerinden alınan, haklarında dava açılan akademisyen ve öğretim görevlileri açık üniversitelerde ders vermek suretiyle alternatif yollardan öğrencileriyle buluşabiliyorsa avukatlarımız da onlarla dayanışmamızın vereceği güçle mücadeleyi TBB çatısı altında olmadan pekala yürütebilir.
Pınar Demircan
Bu yazı ilk olarak Yeni Yaşam Gazetesinde yayımlanmıştır 

9 Kasım 2018 Cuma

Eril sistemin radyasyonuna maruz kalmak

Bisiklet kullananlar kaza yaparsa tedavi masrafları özel sağlık sigortası kapsamına girmez. Bisiklete binerek kişi fazlasıyla açık olduğu riskleri zaten kabul etmiş, kazaya uğramayı göze almıştır. Ehliyetini on altı yıl önce karayolunda bisiklet sürerken otomobil dilini anlamak amacıyla almış biri olarak diyebilirim ki ülkemizde bisiklet için uygun altyapı kadar yolda fark edilmelerini sağlayacak kurallar da yetersizdir. Dünya genelinde de benzerlikler var. Bisikletliler varlıklarının motorlu taşıtlar tarafından kabul edilmesi için eylemlerle sesini duyurmak zorundadır.
Bisikletlilerin karayolundaki görünmezliğine Gaia ile eril sistem içinden kurduğumuz ilişkide de rastlarız. Feminist yazarlar Maria Mies ve Vandana Shiva modern dünyanın,  umursanmadığı bir temel üzerine inşa edildiğinden bahseder. Büyüme ve ilerleme adına bilim katalizör görevi görürken “medeniyet”in çocukları yerinden kımıldatılmayan bilimsellikler ortaya çıkarmıştır. Bilimsel kararların sorgulanmasına, gözden geçirilmesine yönetici konumundakilerin karar verdiği dünyada bu faaliyetlerden zarar görenler ise doğa, doğal varlıklar ve yönetilenlerdir.
Bu ilerlemeci zihniyetin karşımıza çıkardığı bilim ve teknoloji abidesi (!) nükleer santrallerin mazisinde yüz binlerce insanı öldürmediyse süründüren Hiroşima ve Nagasaki atom bombalarının izleri vardır. O faciayı inşa eden zihniyeti izleyen yıllarda Pasifik’te yapılan iki binden fazla nükleer testle yerli halkların yaşam haklarını ve geleceklerini tenhada kıstırmış, söndürmüştür. Ne zaman ki nükleer silah üretimi, ticari elbisesini üstüne geçirip halkın arasına dalmışsa yaşanan nükleer felaketlerle gerçek kimliği hatırlanmıştır. Lakin, bilim ve teknoloji tek başına hayatı dönüştürmez, büyük ölçüde belirleyici olan ise şirketler, teknokrat ve bürokratlardır.
Nükleer kabus coğrafi olarak doğudan batıya, güneyden kuzeye yaşamın içine doğru sokulurken radyasyon sınır dozlarında bir değişiklik yapılmamış bu değerler geçmişte nükleer testlerde çalıştırılan asker ve işçilerin maruziyet ihtimaline göre belirlendiği şekliyle çevre ve halk sağlığı gözetilmeden 44Msv olarak kalmıştır. Böylece ulus devletler tarafından geliştirilmek istenen, desteklenen bir teknolojinin ilerlemesine de mani olunmamıştır. Ne var ki Çernobil Nükleer Felaketi meydana geldikten sonra, 1990’larda radyasyon sınır dozu en alt seviye olduğunu düşündüren 1Msv’e çekilmiştir. Ancak biyolojik ırk ve cinsiyet ile yaş gibi kriterler dikkate alınmamıştır.
Oysa 1945 yılında atom bombasının mağdurlarının beş yıl sonraki sağlık durumları üzerine Dr. Alice Stewart tarafından yapılan araştırma kadınların yüzde kırk daha fazla kanser olduğunu göstermiştir. Otoritelerin küçümsemeyi tercih ettiği bu bilgi, ikinci bir araştırma yapılana dek gölgede bırakılmıştır. 2006 yılında bu kez Ulusal Bilim Akademisi tarafından nükleer kaza ve felaketlerin meydana geldiği Japonya, Ukrayna, Beyaz Rusya, Rusya, İskoçya, Avustralya, Kazakistan, Moğolistan ve ABD gibi ülkelerde 18-65 yaş aralığında yaşamını kaybetmiş kadın ve erkek nüfusun ölüm nedenleri karşılaştırılmıştır. Araştırmanın sonucu kanserden ölümlere kadınlarda yüzde elli daha fazla rastlandığını ortaya koymuştur. Japonya örneğinde Hiroşima’ya bomba atıldığı zaman beş ve daha küçük yaşlarda olan her erkek çocuğa karşı iki kız çocuğunun bugün kanser olduğu tespit edilmiştir. Maalesef bugün de Fukuşima’da Minamisoma Hastane kayıtları aynı doz radyasyona maruz kalınan bölgede kanser vakalarına erkeklere göre kadınlarda yüzde elli daha fazla rastlandığını göstermektedir.
Çok açık ki çocuklar, özellikle kız çocukları ve kadınlar bu sistemde karayolunda giden bisikletler kadar korunmasız ve yalnızdır. Oysa bu erilliği devam ettirmesi beklenenlerin sağlıklı doğması da annenin sağlıklı bir kız çocuk olmuş olmasına bağlı…. En azından kanser hastaları için radyasyon tedavisinin biyolojik cinsiyet ve yaşa uygun yapıldığı akılda tutulursa, genel olarak sınır dozlarında kademeli ve sistematik olarak belirlenmesi gerektiği daha iyi anlaşılabilir. Bu nedenle, bilimsel veriler daha fazla gözardı edilmeden başta ticari nükleer santraller için olmak üzere radyasyon sınır dozlarının değiştirilmesi biz dünya kadınları tarafından talep edilmeli, bu düzenlemeler yapılana kadar hiçbir nükleer tesisin kurulması dahi önerilememelidir!
Bu yazı ilk olarak yeniyasamgazetesi.com/ da yayımlanmıştır.

Radyasyon kız çocukları ve kadınlar için daha büyük tehdit

Birleşmiş Milletler (BM) 25 Ekim 2018 tarihinde gerçekleştirdiği basın toplantısıyla Japonya’da hükümetin Fukuşima Nükleer Felaketi nedeniyle evlerini hatta kentlerini terk etmek zorunda kalan insanları geri çağırma kararını gözden geçirmesini talep etti. [1]  Zira 2011 yılının Mart ayında meydana gelen 9 şiddetindeki deprem ve peşisıra  tsunami ile başlayıp bugün de devam etmekte olan radyoaktif kirlilik Japonya hükümetini tahliyeler ve tazminatlarla karşı karşıya getirdi ve çözemediği problemleri yok saymaya sevk etti. Ancak, ilk olarak 1990’lardan itibaren Uluslararası Radyolojik Koruma Komisyonu (ICRP) tarafından Dünya genelinde 1 Milisievert(Msv)[2] kabul edilen yıllık sınır doz standartını 20 Msv’e yükseltmek suretiyle Fukuşima’dan tahliye edilenlerin tazminat istemesinin önüne geçmeye çalışan hükümet, aslında radyasyonun yüksek olduğunu da peşinen kabul etmiş oldu.

Fukuşima şehir merkezinin girişinde “Parlak geleceğin enerjisi” tabelası dikkat çekiyor
Geçen yıl itibariyle tazminat ödemelerini de keserek Tokyo 2020 Olimpiyat oyunları ile imajını düzeltme yolunu tercih eden hükümet için ekonomiyi canlandırmak öncelikli. Dolayısıyla insanların psikolojik olarak rahat hissetmesi ancak Fukuşima’yı terk eden yurttaşların evlerine geri dönmeleri ile mümkün. Terk edilen, yıkılan ve kontamine olan evlerinin yerine yeni ev inşa etsinler diye yurttaşlarına teşvikler de sunan hükümet, bölgedeki okulları da açıyor ki,  aileler çocukları için endişelenmesin. Hükümetine güvenen aileler okullar açılıyorsa bölge güvenlidir şeklinde düşünüyor. Oysa 20 Msv, ICRP’ye göre yalnızca nükleer santralde çalışan işçilerin 1 yıl içinde maruz kalabileceği üst sınır ve 5 yıl için de bu doz kümülatif olarak 100 Msv’i geçmemeli. Oysa evlerine  geri çağrılan bölge sakinleri dönmeleri halinde bir başka felaket olmadıkça evlerini terk etmezler ve onlarca yıl orada yaşayabilirler. Dahası geri çağrılanlar içinde çocuklarla hamile kadınlar var ve tahliyelerin yapılmış olduğu terk edilen bölgede yer yer hot spot olarak tanımlanan yüksek radyoaktif parçacıklara da rastlanıyor. Ayrıca radyoaktif izotopların yarılanma ömürlerinin türüne göre on yıllarca hatta yüz yıllarca devam etmesi sözkonusu. [3]
Bununla birlikte Fukuşima’da sağlık sorunlarının büyük miktarda arttığına dair haberler geliyor. Örneğin  nükleer felaket başlamadan önce milyonda bir görülen çocukluk çağı tiroit kanseri  vakaları nükleer felaketin yedinci yılında 500 kat artmış durumda. Zira  nükleer felaketin başlamasıyla tıbbi kayıt altına alınmış olan 380 bin çocuk içinde  tiroit kanseri tanısı ve şüphesi bulunan çocuk sayısı bugün 200’e ulaştı.
Yine geçen haftalarda, haberleştirdiğimiz gibi, Fukuşima eyaletine bağlı Minamisoma Hastanesi’nde 2010 ile 2017 yıllarına ait 70 bin hastaya ait  kayıtlar niceliksel olarak  karşılaştırıldığında genel olarak yetişkinlerde görülen tiroit kanserinde 29 kat , lösemi vakalarında ise 10 kat artış olduğu anlaşılıyor. Diğer kanser vakalarında da yaklaşık  3-10 kat arası bir artış tespit edilmiş bulunuyor. Raporda dikkat çeken bir nokta ise hasta nüfusu içinde kadınlara ait kanser vakalarının üç kat daha fazla olduğunun görülmesi. [4]

Aynı doz radyasyona maruz kalan her erkek çocuğa karşılık 2 kız çocuk kanser

Radyasyonun çocukları daha fazla etkilediği ve kanser gibi hastalıklara yol açtığı bilinir, fakat kadınların daha fazla risk altında olduğuna işaret eden bilimsel yayın nedense duyulmamıştır. Diğer bir deyişle radyasyon konusunda düzenleyici yasaların çocuk ve kadınların sağlığını göz ardı ettiğini ortaya koyan çok az bilimsel çalışma bulunmaktadır.
Bu çalışmalardan biri Ulusal Bilim Akademisi tarafından 2006 yılında yayımlanan harici radyasyonun biyolojik etkileri olduğuna dair bir rapordur. Rapor tarihte radyoaktif kontaminasyonun yaşandığı Japonya, Ukrayna, Beyaz Rusya, Rusya, İskoçya, Avustralya, Kazakistan, Moğolistan ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) gibi ülkelerde 18-65 yaş aralığında yaşamını kaybetmiş kadın ve erkek nüfus karşılaştırıldığında kanserden ölenlerin %50 daha fazla oranda kadınlar olduğunu ortaya koymaktadır. O zamanki çalışmada henüz benzer etkiyi yapıp yapmadığı anlaşılamayan dahili radyasyona maruz kalmanın etkisi ile ilgili daha sonraki araştırmalarda da benzer bir sonuç alınmıştır.[5]
Radyasyonun etkileri üzerine araştırmalar yapan Nükleer Bilgi ve Araştırma Merkezi (NIRS)‘nden Mary Olson Birleşmiş Milletler için gerçekleştirdiği Sivil Toplum ve Nükleer Silahsızlanma başlıklı araştırmada radyasyonla tanıştığımız ilk büyük olay olan Hiroşima Atom Bombası’nın mağdurları yani “hibakuşalar” üzerine yapılmış olan eski araştırmalarda radyasyonun olumsuz etkisinin üstünün nasıl örtüldüğünden bahseder. Ancak 2006 yılında Hiroşima ve Nagasaki’nin 100 bin mağduru üzerinde yapılan incelemeler atom bombalarının atıldığı tarihte 5 yaşından daha küçük olanların 2006’da kanser olduğunu, bu oranın kadınlar aleyhine iki kat daha fazla olduğunu gösteren çalışmalar bulunmaktadır. Bu çalışma özetle radyoaktiviteye maruz kaldığı 1945 tarihinde 5 yaşından küçük olan her erkek çocuğa karşılık o tarihteki 2 kız çocuğun kanser hastası olduğunu ortaya koymaktadır. Diğer bir deyişle bir erkek çocuğu yetişkin erkeğe göre 5 kat daha fazla kanser ihtimali bulunurken kız çocuğu 10 kat daha fazla kanser olma özellikleri gösteriyor.  [6]
Nükleer riskleri nükleer zincir içerisinde değerlendirebilirsek bu zincirin her bir halkasında radyasyona maruziyet söz konusu olduğu için benzer bir tehlikenin varlığından bahsedilebilir. Nitekim  radyoterapi ve onkoloji alanında da kanser hastalarının tedavisinde kadın ve erkeklerin radyolojik duyarlılığının farklı olması nedeniyle bireysel risklerin eliminasyonu için  radyasyon dozlarının ayrı ayrı tayin edilmesi gerektiği 2016 yılındaki bilimsel olarak ortaya konmuştur. [7]
Yine 2017 yılında 135 ülke için imzaya açılan  Birleşmiş Milletler Nükleer Silahlanmayı Yasaklama Anlaşması’nda da radyasyona maruziyet konusunda cinsiyet farklılıklarının göz önünde bulundurulması gerektiği açıkça şu maddede görülmektedir: “Nükleer silahlanmanın felaketle sonuçlandığının bilinciyle radyoaktif kirliliğin sınıraşırı etkileri olması nedeniyle insan çevresel, sosyoekonomik ve çevresel, gıda ve güvenlik boyutlarında bir çok sorun yaşayacaktır. Bu nedenle bugün ve gelecek nesiller için özellikle kadınlar ve kız çocukları için iyonize radyasyon mağduriyet yaratacaktır.”

Kanser dışındaki hastalıklarda da kadınlar daha kırılgan

Radyasyonun zararı genel olarak kanser ve lösemi olarak bilinse de bağışıklığı azaltması ve kalp hastalıklarının yanı sıra radyasyonun düşüklere, doğumsal anomalilere ve diğer mutasyonlara neden olması da kadınların daha fazla risk altında olduğunu gösteriyor. Özellikle gelişmekte olan embryo hücresinin hasara uğraması hamilelik süreçlerinin ani düşüklerle sonuçlanmasına neden olabilir. [8] Radyasyonun kanser ve diğer hastalıklara yol açan etkisinin kadınlarda daha yüksek olmasının nedeni üreme hücrelerinin radyasyondan  daha fazla etkilenmesiyle ilişkilendiriliyor.
Radyasyonun kadınlar üzerinde daha fazla tahribat yarattığına dair ilk araştırmalar ABD’nin 1945 yılında Hiroşima’ya Atom Bombası atmasından sonra 1950’de Dr. Alice Stewarttarafından yapılan araştırmanın sonuçlarına dayanmaktadır. Buna göre, aynı doz radyasyona maruz kalan erkeklere göre kadınlarda kanser vakalarına %50 daha fazla rastlanmaktadır. Diğer bir deyişle  2 erkeğe karşılık 3 kadının kanser olması söz konusudur. Devlet kurumları ise standartlarını toplum genelini ilgilendiren nükleer felaketler ve kontaminasyonların tespitinden önce ICRP’nin baz aldığı standartlara  göre oluşturmuştur.

Radyasyon sınır dozları erkeklere göre belirlendi!

Radyumun bulunmasını izleyen süreçte  iyonize radyasyona maruz kalan bilim insanlarının etkilenmesi nedeniyle 1920’lerde  radyasyonun sınır dozları üzerine ilk değerlendirmeler başlamıştır. Radyasyon sınır değerleri ilk kez atom bombasının yapımı ve test süreci anlamına gelen Manhattan Projesi için bir araya gelen Amerikalı, Kanadalı ve İngiliz bilim insanları tarafından 1945-1950 yılları arasında tayin edilmiş, fakat bu sınır yıllık 44 Msv civarında tutulmuştur. Sınır dozların yüksek olmasının bir nedeni atom bombası ve denemelerine devam edilmesi iken, bir diğer nedeni de 1954 yılı itibariyle nükleer endüstrinin kurulmasının hedeflenmesiydi. Tüm bu zaman zarfında çalışmalarda görev alanların kanserden ölmesi  bilim insanları için meseleyi tartışmalı hale getirmiştir.
Öte yandan sınır dozlarında dikkate alınan nüfus yalnızca 18-30 yaş aralığında ABD askeri ya da işçisinin baz alındığı beyaz ırktan erkekler olmuştur.  Fakat ticari nükleer santraller kurulup atık problemleri ortaya çıktıktan ve nükleer santral kazaları meydana geldikten sonra 1990’lar itibariyle standartlar kamuoyunu kaçınılmaz olarak daha fazla ilgilendirmeye başlamıştır ve dünya genelinde yıllık 1 Msv’e indirilmiştir.
Sonuç olarak Fukuşima Nükleer Felaketi’nin başlamasıyla Japonya’daki hükümetin kendi bilim kurullarının izin verdiğini iddia ettiği şekilde sınır dozlarını 20 Msv seviyesine çıkarmasının, dünya genelinde ICRP tarafından tayin edilmiş olan yıllık olarak öngörülen 1 Msv sınır dozunun ihlali olduğu su götürmez bir gerçektir. Lakin, kanser hastaları için uygulanan radyasyon tedavilerinde kadın ve erkeklere göre farklı  dozlar planlandığına göre nükleer santrallerden  ve radyaoktif maddelerden yayılan radyasyonun etkisinin de cinsiyete ve yaşa göre farklılık gösterdiği aşikardır [9]   Özetle, dünya standartlarında tolere edilebilecek doz olarak 1 Msv belirlendiyse bu dozun çocuk ve kadınlara göre aşağı doğru basamaklandırılması gerekir. Dolayısıyla ICRP’nin en son kabul ettiği 1 Msv dozun da çocuklar ve hamilelik çağı ve sonrasında kadınlar için tolere edilebilir bir doz olduğuna dahi artık şüphe ile yaklaşılmalıdır, zira  uzmanlar düşük doz radyasyonun olmadığının da altını çizmektedir.
***
Son notlar
[1]https://www3.nhk.or.jp/news/html/20181026/k10011686691000.html?fbclid=IwAR1aLuvUhU6ztjrQCp1eARYaJcJcnWFek3Z6fCl8Y8D1DRrvVMmwmiXIL6A
[2] DOI:10.4103/0972-0464.111411
[4] https://yesilgazete.org/blog/2018/10/14/fukusimada-yetiskin-kanser-vakalarinda-da-artis-var/
[5] Table 12D-3 on page 312 of the BEIR VII report called “Lifetime Attributable Risk of Solid Cancer Incidence and Mortality.” The original is available on-line from the National Academy press at: http://www.nap.edu/openbook.php?record_id=11340&page=312
[8] (3) Non-cancer health effects are documented in classic works of John Gofman, for instance Radiation and Human Health (Random House 1982) and digital documents available: http://www.ratical.org/radiation/overviews.html#CNR and Dr. Rosalie Bertell’s classic work “No Immediate Danger” Summer Town Books, 1986.
[9] https://www.radiologyinfo.org/en/info.cfm?pg=safety-hiw_06

Haber: Pınar Demircan
(Yeşil Gazete)

Fukuşima’da yetişkin kanser vakalarında da artış var!

2011 yılında Japonya’nın doğusunda Tohoku bölgesinde meydana gelen deprem ve tsunaminin tetiklemesiyle başlayan, bugün de devam eden Fukuşima Nükleer Felaketisiyasetçilerin onu gündem dışı tutma çabasına karşın yıllara konuşulacak. Herşeyin “kontrol altında olduğu” yalanları mı dersiniz, “radyasyon tehlikesi bitti, evinize dönebilirsiniz” çağrıları mı? Yoksa meseleyi 2020 Tokyo Olimpiyat oyunlarının şaşasına sarmak mı?…Yazılarımızda Fukuşima ile ilgili güncellemeleri paylaşırken aynı zamanda Japonya’daki siyasi iktidarın tavrına dair bir perspektif de çizmeye çalışıyoruz ki bunlardan biri de gerçekleri hasır altı etme halleri! Zira hükümet hak arayışlarını durdurmak ve nükleer endüstrinin önünü açık tutmak çabasıyla  yasaklama ve baskı yöntemine ziyadesiyle başvurmakta. Hatta bu niyetle 2013 itibariyle sağlık çalışanlarının Fukuşima’da yaşanacak sağlık sorunlarını resmi kanallardan paylaşmasına para cezası ve tutuklama gibi engeller getirdi. Fakat kamuoyunun bilgi sahibi olmasını ilkesel olarak önemseyen çalışanlar sayesinde bilgiler sosyal medya ve alternatif kanallardan anonim olarak paylaşılmaya çalışılıyor.

Her nekadar nükleer lobinin etkisiyle nükleer felaketinin başlamasını izleyen süreçte görülen aşırı burun kanama vakaları, deri deformasyonu, çocuklarda tiroit kaseri vakalarında artış nükleer endüstri tarafından “dedikodu” olarak nitelendirilse, bu sorunların psikolojik travmaya bağlı olarak yaşandığı iddia edilse de gerçekler bir bir açığa çıkıyor.
Kenichi İdo gibi avukatlar , Çernobil Nükleer Felaketi’nin ardından kanser oranlarındaki artışın bir benzerinin Fukuşima sonrası yaşanacağı öngörüsüyle araştırma yapıyor, veri topluyor. Kurdukları Kodomo-datsu hibaku saiban/Çocuklar için nükleerden çıkış davasını açan avukatlar mahkemeye sağlık istatistiklerine dair veri sunmak zorunda. Çocuklarda tiroit kanserinin görülme sıklığı ilgili yazımızda açıkladığımız gibi 500 kat artmışken ehnüz kamuoyuna intikal etmemiş bazı başka acı gerçekler de var.  Zira ne Fukuşima Belediyesi ne de devlet kurumları çocukluk çağı tiroit kanseri dışındaki hastalıkların istatistiklerini tutmaya yönelik genel bir sağlık taraması yaptırmadığı için bu davalarda yalnızca Minamisoma Belediye Hastanesi’ne ait aşağıdaki veriler kullanılabilecek.
Tabloda yazanlar(yukarıdan aşağıya hastalık bazında) : yetişkin lösemi vakaları, yetişkin tiroit kanseri, (radyasyon kaynaklı kanser), mide kanseri,akciğer kanseri, kolon kanseri,karaciğer kanseri, çocukluk çağı kanseri(ara toplam:ortak kanser)kalp krizi,zaturre, felç (ara toplam, kanserdışı) toplam ve nüfus.

Sağlıkta çöküş yaşanıyor  !

Buna göre 2010  ile 2017 yıllarına ait veriler karşılaştırıldığında istatiski rapor, yetişkinlerde görülen tiroit kanserinde 29 kat, lösemi vakalarında 10,8 kat, göğüs kanseri vakalarında 4.2kat, çocukluk çağı kanserinde 4 kat, akciğer enfeksiyonunda 3.98 kat, kalp krizi vakalarında 3.97 kat, karaciğer kanserinde 3.92 kat, kolon kanserinde 2.99 kat, mide kanserinde 2.27 kat, beyin kanaması ve felç vakalarında ise 3.52 kat artış olduğunu ortaya koyuyor.
Minamisoma Hastanesi’nden Doktor Oikawa sağlıkta çöküşün yaşandığını ve özellikle beyin kanaması ve felç vakalarının 3.5 kat arttığını mecliste bir konuşma yaparak aktarırken
Raporda baz alınan verilerin kırılımına  göre ise kadınlarda kanser vakaları  üç kat daha fazla görülüyor. Sözkonusu kanser ve diğer hastalıklarda artış olduğunu gösteren bu rapor  2010 yılında hastanede tedavi almış 70,818 kişi üzerinden 2017 yılında toplanan kayıtlarla yapılan niceliksel karşılaştırmaya dayanıyor.  2010 yılından 2017 yılına göre verilerin baz alındığı hasta nüfusunda şüphesiz bir değişim var. Ancak, deprem ve tsunami nedeniyle ölenler olduğu gibi buradan taşınan nüfus nedeniyle azalırken komşu şehirlerdeki hastaneler kapalı olduğu için hastaların bu hastaneyi tercih etmiş olması nedeniyle de artmış bulunuyor. Bununla birlikte Minamisoma’nın nüfusunda da büyük değişiklik yok 2010 yılında 18,809 olan şehir nüfusu 2017 yılında 18,452 kişi.
Minamisōma, 2011 yılında Tohoku bölgesinde meydana gelen deprem ve tsunaminin tetiklediği nükleer felaketin kaynağı Fukuşima Nükleer Santrali’nden 25 kilometre mesafede. Uluslararası acil durum şartlarına göre tahliye bölgesi sayılan 30 kilometre yarıçaplı alan içinde yer alması nedeniyle insanların evlerini terk etmek zorunda kaldığı bir şehir. 2012 yılının mart ayında şehir kademeli olarak 3 kısma ayrılmıştı. Buna göre radyasyon seviyelerinin bugün de aynı şekilde çok yüksek olduğu birinci bölgeye giriş yasak. İkinci bölge ancak kısa süreli ziyaretlere açık. Üçüncü bölge ise girmenin serbest fakat gece uyumanın, konaklamanın yasak olduğu alandı. Ancak 1 ay sonra bu kararı resmi tahliye alanının yarıçapı 30 kilometre mesafedeki yerlerden yarıçapı 20 kilometre olan noktadaki yerleşkelere indirgenmesi izledi.
Felaketin başlamasından 1 yıl sonra Fukuşima  radyasyon sınır dozu yukarı çekildi.  Dünya genelinde Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı(IAEA) tarafından tayin edilmiş olan yıllık sınır doz 1 milisievretten 20 milisieverte çıkartıldı. Yine de yasak kalksa bile buradaki okullar, dükkanlar , hastaneler açılmadığı için bölge sakinlerinin evlerine dönmeyi kabul etmesi mümkün olmadı. Japon hükümeti de insanların evlerine geri dönmesi için 2016 yılında santralin batısındaki Namie şehri hariç diğer yerleşim alanları hakkındaki tahliye kararını tamamen kaldırarak okulların ve hastanelerin de açılması yönünde girişimlerde bulundu.
(Nuclear news, ameblo.jp, Yeşil Gazete)
Pınar Demircan

Fukuşima davasında tarihi iddia: Nükleer patlamalar direkt ölüm nedeni!

11 Mart 2011 tarihinde başlayan Fukuşima Nükleer Santral Felaketi’ni izleyen süreçte Hidanren Komitesi (Fukuşima Nükleer Felaketi üzerine suç duyurusunda bulunanlar) ilk olarak aynı  yıl haziran ayında 1324, ardından kasım ayında 13.262 kişi olarak Tokyo Elektrik Şirketi (TEPCO) ile Ekonomi, Ticaret ve Sanayi Bakanlığı’nın yetkilileri  hakkında suç duyurusunda bulunmuştu.
Bir nükleer faciayı öngörmeleri gerektiği halde rağmen önlem almadıkları için açılan  bu davalarda TEPCO’nun 77 yaşındaki Eski Başkanı Tsunehisa Katsumata, 67 yaşındaki Eski başkan yardımcısı Sakae Muto ve 71 yaşındaki Ichiro Takekuro ölüm ve yaralanmaya sebebiyet veren profesyonel ihmalkarlıkla suçlanıyor.
Hidanren Komitesi (Fukuşima Nükleer Felaketi hakkında suç duyurusunda bulunanlar)
Fukuşima Nükleer Felaketi’nin önlenebilme ihtimaline odaklanmış bulunan davalarda aşama aşama suç unsurları değerlendiriliyor. Önceki iddianamelerde dikkati çeken, bizim de yazılarımızda bahsettiğimiz ana neden geçmişte de yaşanan 9 şiddetindeki depremlerin tekrarlanma olasılığının ve böyle bir depremin de 15,7 metrelik tsunami dalgasına yol açabileceğinin bilinmesine rağmen TEPCO yetkililerinin maliyetten kaçınarak önlem almamış olmasıydı.
Yirmi altıncı duruşma ile 19 Eylül Cuma günü görülen dava ise ilk kez nükleer santral patlamasının direkt ölüm nedeni olduğunun ispatı niteliğindeydi. Diğer bir deyişle 11 Mart 2011 tarihi itibariyle meydana gelen  ölümlerin yalnızca deprem ve tsunamiye bağlanamayacağını ortaya koyuyor, nükleer felaket nedeniyle de direkt ölümlerin meydana geldiğini gösteriyordu.
Benim de mahkeme salonundan izleme fırsatı bulduğum bu tarihi davada tanıklar konuştu. Tabii duruşma salonunda suçlanan TEPCO yöneticilerinin yüzlerini çıplak gözle görme imkânım da oldu. Bakışlar birebir aynıydı. Görevlerinin sınırlı sorumluluğunun verdiği rahatlıkla bakan kopyala yapıştır gözler… Tanıkların açıklamalarına göre deprem, tsunami sonrası 2227 kişinin yaşamını yitirdiği açıklanan Fukuşima’da aslında 44 kişi açık ve net olarak yalnızca nükleer patlamalar sonrasında yaşamını yitirmişti.
P.D., Tokyo Adliyesi önü

İnsanların ölümüne nükleer felaketin kontrol edilemezliği neden oldu

İlk tanık olarak Fukuşima Nükleer Santrali’nden dört buçuk kilometre mesafedeki Okuma şehrindeki Futaba Hastanesi çalışanı dinlendi. 1988 yılından beri  gönüllü olarak da çalışmış bulunan Başhemşire Kazuyoshi Kamogawa kaza esnasında yaşananları anlatarak tahliyelerinin çok uzun zaman almasına bağlı olarak kırk dört kişinin çeşitli nedenlerle hayatını kaybettiğini söyledi. Özellikle derin uyku halindeki yaşlı hastaların tahliyeye hazırlanması çok zor olmuştu. Radyasyonun yayılmış olması nedeniyle dışarı çıkmanın ve iletişimin imkânsızlaştığı durumda enformasyon da sağlanamıyordu. Hatta tahliye emri geç ulaştığı için tahliyeyi beklerken ölen hastalar olmuştu.

Sadece deprem ve tsunami olsaydı kurtulacaklardı!

Tanık “Sadece deprem ve tsunami olsaydı hastaların kurtulacağını düşünüyor muydunuz?” sorusuna “Evet hastane yıkılmış bile olsa bir şekilde kurtulabilirlerdi” yanıtını verdi. Kamogawa, 12 Mart günü durumu hafif bile sayılabilecek 209 hastanın otobüslerle tahliye edildiklerini anlattı. Talimat gereği yola çıkan 130 hastanın Iwaki Lisesi’ne ulaşması ise on bir saat sürmüştü. Oysa bu hastaların çoğu bir saatten uzun yolculuğa çıkamayacak kadar hasta, hatta yalnızca ambulansla taşınabilir durumdaydı. Kamogawa, “Bu tahliye sırasında üç kişi koltuklarında ölü bulundu. On bir kişi de otobüsten indirilip tahliye alanına taşınırken öldü” dedi.

Yüksek radyasyon, ulaşım ve haberleşme güçlüğü…

İkinci tanık olarak Futaba Do-Binası Yaşlılar Evi Müdürü dinlendi. Fukuşima Daiichi Nükleer Santrali’nin 3 nolu reaktörünün patladığı 14 Mart günü diğer patlamalardan farklı olarak kapkara bir duman* yayılmıştı ki bu duman tanığın ifadesine göre kontaminasyonun daha yüksek olmasına dolayısıyla da paniğe yol açmıştı. Nitekim tahliye için giden bir otobüsün geri gelmediği bir ortamda  telefon etmek gerekmiş, fakat tanık Futaba kentinden yedi yüz metre mesafedeki offsitemerkezine girmek istemişse de kontaminasyon endişesiyle içeri alınmamıştı. Zira offsite alanında radyasyon yüksekti, kapılar, camlar içeri radyasyonun girmemesi için bantla sıkı sıkıya kapatılmıştı. Radyasyon seviyesi dışarıda yıllık sınır doz olan 1 milisieverti, bina içinde ise 0,1 milisieverti geçmiş durumdaydı. Tanık, kapılar bantlı olduğu için jandarmanın da bu binalara giremediğini ve tahliye etmek için geldiği binanın kapısına doksan hasta ile altı çalışanı alamadığını notlarla kapıya iliştirilmiş olduğunu da söyledi.
Tanığın ifadesiyle otobüs gelip de Hastaneden tahliye yapılırken Geiger cihazı 3 milisieverti gösteriyor ve sürekli alarmlar çalıyordu.
Gerek duruşma süresince  tanıkların anlattıkları gerekse iddianameyi hazırlayan avukatların paylaştığı veriler Japonya’da nükleer felaketin suçlularının cezalandırılmasından öte dünya genelinde nükleer santrallerin bir kaza anında kontrolden çıkışla beraber tahliye sürecinin nasıl kaosa dönüşebileceğinin ispatı gibi. Dolayısıyla Japonya’da iddianamenin başarısı dünya genelinde nükleer santrallerin çok çeşitli riskleriyle yaşamak zorunda bırakılan ve bu risklere karşı direnen tüm kesimler için önemli adımlar atılması anlamına geliyor.

Pınar Demircan
(Kokuso,Yeşil Gazete)
* MOX(Mixed oxide fuel/işlenmiş plutonyum ve uranyumdan elde edilen) yakıtın  kullanıldığı reaktör

Karar vericilerin umarsız hafifliği

“Hemen herkesin suçlu olduğu yerde aslında hiçkimse suçlu değildir”
Bu savunmaya, “Kötülüğün Sıradanlığı”nda cevap veren Hannah Arendt, suçun ve masumiyetin nesnel doğası olduğunu hatırlatır. Yahudilerin toplama kamplarına naklinden sorumlu olan Nazi liderlerinden Adolf Eichmann’ın Kudüs Bölge Mahkemesi’nde nasıl yargılandığını ve duruşmalarda kötülüğün sıradanlaştırılmasına rağmen sanıkların sadist birer canavardan ziyade normal insanlar olduklarını anlatır. Genel kötülük özelde yapılan kötülükleri masum göstermeye yetmeyecektir.

Kötülüğün sınırı ve klasifikasyonu yok. İnsan, hayvan, doğa… Her ne üzerine uygulanırsa uygulansın öldürmek ve kıyım bir suç, asla cezasız kalamaz. 11 Mart 2011 tarihinde Japonya’da meydana gelen deprem ve tsunami ile beraber nükleer reaktörlerdeki patlamaların müsebbibliği de bu kapsama dahil. Nitekim yedi yıldır devam etmekte olan nükleer felaket, meydana gelen tehlikelerin mağdurlarıyla  her an yeni mağdurlar yaratabilecek risklere maruz kalan halkı derhal hak arayışına yöneltti. Nihayet 2017 yılı itibariyle görülmeye başlanan davalar nükleer felaket başladıktan sonra yaşanan panik, kaos, kötü yönetim ve tabi ki kontaminasyon nedeniyle 44 kişinin yaşamını yitirdiğini açıkça ortaya koyuyor. Nükleer santralde alınması gereken güvenlik önlemlerini maliyetli bularak aldırmadıkları anlaşılan santralin işletmecisi Tokyo Elektrik’in (TEPCO) üç yöneticisi bu yargılama sürecinde Arendt’in cümlelerini çağırır gibi kopyala-yapıştır gözlerden akan kayıtsız sorumluluk, bir nevi karar vericilerin umarsız hafifliği rahatsız edici.
Yıllar geçecek aynı bakışları Japonya’da 1 milyon ton radyoaktif suyun denize boşaltılmasını onaylayan yöneticilerin yüzlerinde bulacağız. Zira Fukuşima nükleer felaketinin başladığı yedi yıldır çekirdek erimesi olan reaktörlerin mütemadiyen soğutulmasına devam edilirken, silolarda toplanan radyoaktif su denize boşaltılmanın eşiğinde. Bugüne dek siloların sayısı 860’a, biriktirilen toplam su miktarı ise 1 milyon elli tona ulaştı. Lakin ilave silolar getirip bunlara yer açmak maliyetli olacağı için TEPCO yönetimi hokkabazlık peşinde. Peki madem bu su denize boşaltılacaktı neden bekletildi derseniz? Bunun sebebi yetkililerinin bu radyoaktif suyun arıtıldığına ve içindeki stronsiyum 90 ile sezyum 137 gibi yarılanma ömrü 30 yıl civarında olan, yani etkisi en az 300 yıl sürecek izotoplardan arıtıldığına dair verdiği yalan beyanlardır.
Nitekim önceki gün TEPCO ve Bakanlık raporlarında silolarda biriktirilen suda stronsiyum 90 izotopu litrede 600 bin bekerel düzeyinde, yani sınır dozun 20 bin kat fazla olduğu kamuoyuna yansıdı. Stronsiyum 90 ve sezyum 137 izotoplarının yüz yıllar boyunca direkt kanser yapıcı etkisinin bulunduğunu artık bilmeyen yok. Kaldı ki feda edilmek istenen çevre ve toplum sağlığının karşısında kaçınılmak istenen şeyler: Ek maliyetler ve nükleer endüstrinin hasır altı edilemeyen gerçekleri. Bu noktada sorun yalnızca tritiyum izotopu bile olsa silolardaki suyun denize boşaltılması tüm bir dünya açısından kabul edilemez. Nitekim bilimsel araştırmalar Kanada’da Pilgrim Nükleer Santrali’nden denize verilen trityum içerikli su ile santral bölgesinde down sendromuyla doğan çocuklardaki artış arasında bir korelasyon olabileceğine dikkat çekiyor.
Gerek bugünü gerekse gelecek nesillerin sağlığını, yaşamını, tüm bir ekosistemi tarihi önemdeki risklere maruz bırakan karar vericiler, teknokratlar ve bürokratlar iş sorumluluk almaya geldiğinde kendinizi bir emir eri olarak hissetmenizin nedeni başka türlü kendi varlığınıza tahammül edememeniz olabilir mi? Elbette! Başladığımız gibi Arendt’le bitirelim: “Sanki sizin ve üstlerinizin bu dünyada kimin yaşayacağına kimin yaşamayacağına karar verme hakkınız varmış gibi – bir politikayı destekleyip uyguladıysanız, biz de hiç kimsenin, yani insan ırkının hiçbir üyesinin bu dünyayı sizinle paylaşmak isteyebileceğini düşünmüyoruz.”  Öyle ki  bu “hiç kimseye” kendileri de dahildir.

Bu yazı yeniyasamgazetesi.com/ dan alınmıştır

[COP 28] Nükleer enerjinin COP kararına girmesinin arka planı

  Küresel ısınmanın önlenmesi için ilki 1995 yılında gerçekleştirilen  COP  toplantılarının 28’incisine fosil yakıtlardan çıkışa dair somut ...