6 Nisan 2020 Pazartesi

Korona günlerinde ILO standartlarını hatırlamanın tam zamanı

Dünya Sağlık Örgütü’nün (World Health Organisation-WHO) küresel virüs tehdidi karşısında önlemlerin ulusal ölçekte alınacağını ilan etmesi, bu önlemlerin devletlerin karakteristik özelliklerine göre şekilleneceğinin de işaretiydi. Böylece bir süredir “şirket gibi” yönetilen Türkiye kendi tarzını yaşamaya başladı. Yurttaşların gönüllü karantinaya davet edilmesini hükümet tarafından şirketlerin sosyal sorumluluk (Corporate Social responsibility-CSR) projelerini andıran bir bağış kampanyasının başlatılması izledi. Bu kampanya ile emekçiler birer ihtiyaç sahibi haline getirilirken vaadedilen ödemelerin yapılacağı adresleri ne zaman ve nasıl bulacağı ise meçhul.
Lakin salgının  durdurulması için işe fiilen gitmesi gereken ve/veya iş arayışı içinde olan dolaşımdaki milyonlarca insanın geçim derdine ivedilikle çare bulunarak ülke çapındaki karantina sürecine dahil edilmesi gerekiyor. Durumdan vazife çıkaran sivil toplumun temsilcileri, sendikalar, meslek odaları dolaşımdaki bu nüfusun temel ihtiyaçların karşılanarak genel karantinanın ilan edilmesi için hükümetin atması gereken adımları açıklayarak bir imza kampanyası  başlattı ; Sosyal Bilimciler de kamuculuk, planlama ve toplumsal dayanışma zemini oluşturmaya dönük  22 maddelik bir çağrı metni yayımladı. Ne var ki, siyasi iktidar sivil toplumdan gelen bu uyarı ve talepleri dikkate almayarak süreci krize çevirdiği gibi bugüne dek T.C. Devleti kimliğiyle imzalanmış olan Uluslararası Çalışma Örgütü (International Labor Organization-ILO)  sözleşmelerini de ihlal etti.
Herhangi bir ülkenin, emeğin insani koşullarını benimsememesi, kendi ülkelerindeki durumu iyileştirme isteğinde olan diğer ülkeler için bir engel teşkil edecektir.” ILO



Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı karışıklık ortamında, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve sosyal adaletin sağlanması adına Birleşmiş Milletler tarafından üst düzenleyici örgüt olarak kurulan ILO’nun 1932 yılından beri üyesi olan Türkiye, 55’i yürürlükte olan 59 sözleşme imzalamıştır. Bu bilgileri edinebileceğiniz ILO Ankara temsilciliğinin web sitesine girdiğinizde karşınıza ilk olarak dünya genelinde tüm insanların aynı gemide olduğunu hatırlatan ILO’ya ait şu söz çıkar: “Herhangi bir ülkenin, emeğin insani koşullarını benimsememesi, kendi ülkelerindeki durumu iyileştirme isteğinde olan diğer ülkeler için bir engel teşkil edecektir.”
Tabii, korona günlerinde sözün önemini daha iyi idrak ederken aklınıza küresel salgın ortamında çalışma yaşamının nasıl düzenleneceğine dair küresel mücadelenin ipuçlarını aramak gelmiş olabilir. İşverenlere ve çalışanlara düşen görev ve sorumluluklar minvalinde mesajların ağırlık kazandığı Türkçe sayfada aradığınızı bulamadığınız için benim yaptığım gibi ILO’nun kendi sayfasına yönelme ihtiyacı da duyabilirsiniz. İşte,Türkçe sayfada göremediğiniz İngilizce ILO Standartlarına dair Covid 19 raporu karşınızda!

Sözleşmeler imzalanıyor ama…

23 Mart 2020 tarihli ILO Standartları ve Covid 19 adlı raporun en önemli özelliği içeriğin üye ülkeler (Türkiye dahil toplam 187 ülke) tarafından yürürlüğe konmuş ya da meclisten onay bekleyen standartlara dayanıyor olması. Zira bu tür sözleşmelerin işlevselliği meclisteki siyasi partilerden sendikalara, basına kadar tüm baskı grupları tarafından tartışılmayı hak etmesiyle yakından ilgili. Nitekim ILO’nun önemini özellikle yaşanmış olan iş kazalarından sonra atılan adımlar gösterir. Hatırlarsanız, 2014 yılında 301 madenciyi yitirdiğimiz Soma maden kazasının ardından madenlerde “yaşam odalarının” kurulmasını şart koşan sözleşmenin imzalanmamış olduğu anlaşılınca baskı grupları devreye girmesinin de etkisiyle  2006 tarih ve 187 sayılı İş Güvenliğini ve Sağlığını Geliştirme Çerçeve Sözleşmesi kabul edilmişti. Benzer şekilde madencilik ve inşaat sektörlerinde meydana gelen kazalar sonrasında da işverenlerin önlemleri almada kusurlu olduğu anlaşılınca 1988 tarih ve 167 sayılı İnşaat İşlerinde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi ile 1995 tarih ve 176 sayılı Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi 23 Mart 2015 tarihinde kabul edilmişti. Şimdi bu durumu tersten yani yürürlükte olan sözleşmelerin etkinleştirilmesi gereği üzerinden düşünelim.
ILO’nun Covid 19 salgını ile mücadeleye yönelik yayımladığı bu raporun amacı genel hatlarıyla işsizlik sorunlarının giderilmesi ve geçim kaynaklarının, gelirin dengelenmek suretiyle ekonominin düzene sokulması… Bu amacın gerçekleştirilebilmesi için ise iş sürekliliğinin korunarak iktisadi ve finansal politikaların devreye sokulması, Türkiye tarafından 13 Aralık 1977’de yürürlüğe konmuş olan 122 sayılı İstihdam Politikası Sözleşmesi gereğince öneriliyor. Yine; tam ya da kısmi gelir kaybının oluşmasına karşılık hükümetlerin ücret ödemelerinin devam ettirilmesi, iş sözleşmesinin feshi halinde işçinin alacak ve haklarının tazmininin sağlanması Türkiye’de 29 Mart 1961’den beri yürürlükte olan 95 sayılı Ücretlerin Korunması Sözleşmesine dayandırılarak tavsiye ediliyor.
Bununla birlikte hükümetlere işverenlerin işin ifası nedeniyle ve iş süresince çalışanlarının risklere maruz bırakmaması için işçilere her türlü koruyucu ekipman ve malzemeyi ücretsiz şekilde temin etmekle yükümlü olduğu Türkiye’nin 1981 yılında imzalayarak 22 Nisan 2005’te yürürlüğe koyduğu 155 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği ile Çalışma Ortamına İlişkin Sözleşme gereğince öneriliyor. İlaveten Türkiye açısından yürürlükteki sözleşmelerin referansıyla atılması mümkün adımlardan bir diğeri de Covid 19 krizi ortamında işçinin iş akdinin işin niteliği, işçinin eylemleri ya da  operasyonel gerekçelerle fesh edilemeyeceği; işçinin hastalık ya da ailevi nedenlerle geçici devamsızlık göstermesi halinde de iş akdinin fesh edilmeyeceği… Ki Türkiye de bu tavsiyeye dayanak oluşturan 158 sayılı Hizmet İlişkisine Son Verilmesine ilişkin Sözleşme’yi 4 Ocak 1995’te yürürlüğe koymuş bulunuyor.

Baskı yapma görevi

ILO bu raporla Covid 19 ile mücadele sürecinde işverenlerin ekonomik, sağlık ya da sosyal nedenlerle iş akdi feshedilen ya da ücreti düşürülenlere işsiz bırakılmalarından doğan tüm haklarının ödenmesi gerektiğini de hükümetlere hatırlatıyor. Ne var ki bu önerinin dayandırıldığı 168 sayılı İstihdamı Geliştirme ve İşsizliğe Karşı Koruma Sözleşmesi’ni Türkiye imzalamışsa da mecliste onaylatmadığı için sözleşme yürürlükte değil. Eğer Türkiye bu sözleşmeyi imzalamış olsaydı misal geçenlerde medyada yer alan koronavirüse yakalandığı için sağlık personelinin ücretinin yarıya indirilmesi gibi durumlarda bu tavsiye kararına uyulması istenebilirdi. Tıpkı  122, 95, 155 ve 158 Sayılı sözleşmelere uyulması yönünde hatırlatmalar yapılabileceği gibi…
Bugün karşımızda TÜİK’in 2020 verilerine göre toplam 83 Milyon nüfus içinde ücretli ya da yevmiyeli işçi konumundaki 19 Milyon 216 bin işçinin hastalanmayı göze alarak işe gittiği gibi bir gerçek var. Salgına %13 seviyelerindeki işsizlik ve %50’lere varan yüksek enflasyon ortamında yakalanan Türkiye’de kapanan işyerleri nedeniyle işsizliğin daha da artarak geçim şartlarının zorlaşacağı da malum.
Ne var ki nüfus içi dolaşım sürdükçe salgın durmayacağı için bildiğimiz neoliberal umursamazlığın işçiyi, emekçiyi hor görmeye devam etmesi artık mümkün değil. Bu nedenle gönüllü karantinasını yaşayan bizlerin emekçinin salgın ortamında çalışmama hakkına, ücretli izin hakkına; işsizin, yoksulun, mültecinin barınma ve diğer temel ihtiyaçlarının giderilerek sağlıklı yaşam hakkına kavuşması için daha talepkar ve ısrarcı olması gerekiyor. Zira öyle bir radde ki bu, 2020 yılı için mega projelere 18,8 Milyar TL garanti ödemesi bulunan siyasi iktidarın önceliklerinde değişikliklik yapması elzem!
(Bu yazı Yeşil Gazete, Sivil Sayfalar ve Sendika.org'da yayımlanmıştır.)

Virüssel devinimler

İnsanın ve onun doğal çevresinin metalaştırılarak piyasanın kaderine terk edilmesine karşı çıkan sesin on yıllardır boğulduğu sistemde artık insanlar fiziken de boğulmaya başladı. Dünya genelinde bugünkü verilere göre 10.100  insan yaşamını yitirirken bilim insanlarının uyarısına göre her gün  vaka sayıları artıyor. Bu ortamda insan türüne mesafelenerek toplumsallığı askıya alma zorunluluğu bulunurken sokağa çıkılması gerekiyorsa maske ve eldiveni muhakkak takıyoruz. Ne var ki sorun küresel olsa da mücadelenin “ulusal”olduğunun ilan edilmesi işin rengini değiştiriyor, kriz kimi ülkelerde yerini olağan üstü hal koşullarının fırsatlarına bırakıyor.


Krizin neden olabileceği hak gasplarına dair yazılacak şey çoksa da bu makalenin amacı koronovirüs tartışmalarında gözden kaçtığını düşündüğüm üzere krizi en başta kaynağında kesmeyen, önlemleri piyasanın keyfine bırakan akla dikkat çekmek olacak. Zira etikten nasibini almamış ve karlı olmadıkça harekete geçmeyi salık vermeyen neoliberal kapitalist sistem ulusal, yerel ölçeklerde olduğu kadar küresel düzlemde de virüslerini  imal ediyor ve bu dünya için felaket demek! Nitekim 9 yıl önce başlayan Fukuşima nükleer felaketi de gözden kaçmaması gereken örnekleri haiz. Öte yandan neoliberal sistemde küresel bir sorunun ulusal mücadele adı altında bireylere bırakılmasının sonuçlarına da yine aynı felaket sonrası toplumun bulduğu mücadele biçimleri üzerinden bakmak mümkün.

Aşı üretme çalışmaları 2016’da durduruldu

Açık Radyo’da Açık Gazete programının daha sıkı bir takipçisi haline geldiğim korona günlerinin başında, koronavirüs türlerine karşı aşı geliştirme çalışmasının 2016’da durdurulmuş olduğunu öğrendim. Dolayısıyla öncelikle bu yazıya vesile olan Açık Radyo emekçilerine her zaman borç bildiğim teşekkürü buradan da iletmek istiyorum. Bahsettiğim haberin orijinal kaynağında Teksas Çocuk Hastanesi‘nin Aşı Geliştirme Bölümü’nden aşı araştırmalarını yürüten Dr. Peter Hotez’in verdiği mülakatta, 2012’de ortaya çıkan ve koronavirüsü ile (Covid 19) benzerlik gösteren “şiddetli akut solunum yolu sendromu”(SARS) ile 2012’de ortaya çıkan Ortadoğu solunum sendoromu (MERS) salgınları sonrasında aşı geliştirme çalışmalarının yatırımcılar tarafından “karlı bulunmaması nedeniyle” durdurulduğuna işaret ediliyor. Bu ise 2016’da aşı üretilmiş olsaydı Dr. Hotez’in altını çizdiği gibi aşının etkinliğinin hemen insan üzerinde test edilerek bunca vakit ve insan kaybedilmemiş olacağı anlamına geliyor.
“Karlı” olmadığı için koronavirüse karşı üretilmeyen aşıya, SSCB döneminde meydana gelen Çernobil nükleer felaketinden 25 yıl sonra, nükleer kabusun kapitalist sistemdeki versiyonu olan Fukuşima nükleer felaketinden örnekler tekabül eder. Dünya genelindeki diğer nükleer santraller de düşünülürse Fukuşima Nükleer Santrali’nin işletmecisi Tokyo Elektrik Şirketi‘nin (TEPCO) gerekli önlemleri almamış olması ve hükümetin  yurttaşlarını korumayı öncelemeyen yaklaşımı nükleer felaketlere ne kadar açık olduğumuzu gösterir. Zira bilim insanlarının santral civarında meydana gelebilecek 9 büyüklüğünde bir depremin 14 metre yüksekliğinde dalgalar yaratacağı ve tsunami duvarının buna göre inşa edilmesi gerektiği yönündeki uyarıları “yüksek maliyetli” bulunduğu için TEPCO tarafından dinlenmemiş, hükümet tarafından uyarı yapılmamış ve tedbirlerin alınmasından geri durulmuştur. Bunun neticesinde 9 büyüklüğünde bir deprem meydana gelerek çekirdek erimelerine yol açmış, 14 metrelik dalgalar oluştuğu için soğutma suyu sistemi bozulmuş ve reaktörler soğutulamayarak patlamıştır.

Nükleer felakette de aynı senaryo

Benzer şekilde nükleer felaketin öncesinde yapılan bir senaryo çalışmasına göre nükleer santralde yaşanacak bir patlama halinde radyasyonun Tokyo şehrini  içine alan 250 kilometrekarelik alana yayılabileceği ihtimali basında yer almasına rağmen, gerçek tedbirler senaryodakinden çok farklı olmuştur. Ekonomik ve politik nedenlerle tahliyeler değil dünya standardı olan 30 kilometre yarıçaplı alanda, 20 kilometrekarelik alanda tutularak istatistiksel verilerde yer alabilirse kanser vakalarında artışla daha iyi görüleceği şekilde insanlar radyasyona maruz bırakılmıştır. Son kertede aynı şirketin ve bugünkü hükümetin  Fukuşima Nükleer Santrali’nin sahasında biriktirilmiş olan 1 milyon 200 milyon ton radyoaktif suyu okyanusa dökme girişimlerinde bulunması maalesef şaşırtıcı değildir. Bu girişimlerini  dünya genelinde radyoaktif atık suların denize boşaltıldığına dayandırmaları ise sistemin ne tür tehlikeler yarattığının itirafı olarak okunabilir.

Küresel felakete ulusal çözüm?

Neoliberal kapitalist sistemin doğasından kaynaklanan nedenler küresel felaketlerin oluşmasını önleyici tedbirlerin alınmasına elvermediği gibi maruziyet alanının “ulusal” adı altında bireysel çözümlere bırakılmasıyla salgının  yeniden üretimine hizmet eder. Zira alınmayan ya da asgaride alınan tedbirlere bağlı olarak küresel bir salgının yükünün yalnızca bireylerin sırtına yüklenmesi nihayetinde salgının büyümesine yol açacak, nükleer felaketlerde gördüklerimize benzer şekilde siyasi iktidarın imali olacaktır! Bu noktada radyasyon gibi göze görünmeyen, kokusuz, ölçüm cihazları(kiti) olmadıkça nerede olduğu bilinmeyecek virüsün siyasi iktidarları otoriter bir çizgiye iteceğini öngörmek de bittabi zor değil…
Felaketler karşısında yaşama tutunmak zorunda olan insanların bireysel girişimleri ancak sistemin çatlaklarından sızan ışıkla beslenebilirse yerel, ulusal, küresel örgütlenmelerle yeni dayanışma ağları örülebilir. Bunun için Fukuşima’da radyasyonun yüksekliğine rağmen evlerine dönmekten başka çözümü olmayan ya da evlerini hiç terk etmemiş olan yurttaşların sivil toplum örgütleriyle dayanışmak suretiyle kendi ölçüm istasyonlarını nasıl kurduğunu, mobil ölçüm cihazları üreterek radyasyon veri haritası  hazırladığını, bu şekilde  yaşama tutunduğunu öğrenmek yararlı olabilir. Ne var ki felaketlerle mücadele etmek için bulunan örgütsel çözümlerin felaketlerin oluşmasını önleme gücü olmayabilir, esas yapılması gereken sistemin tümüyle ve küresel olarak değiştirilmesidir.
Toparlayacak olursam, başlangıç aşamasında dahi küresel koronovirüs salgını “karlılık” ve “maliyet hesabı” gibi temel kriterlere sahip kapitalist neoliberal sistemin felaketleri aynı bir virüs salgını gibi nasıl tırmandırabileceğine dair çok önemli bir örnektir. Ayrıca felaketlerin meydana gelmesinin önlenmediği  kadar çözümlerin ülkeden ülkeye farklılaşmasının, insanların yalnız bırakılmasının da tehlikelerin şiddetini arttıran, tehlikelerin süresini uzatan, risk halini devam ettiren bir etki yaptığı görülmelidir. Bu sistemin bizi yıllar içinde küresel iklim krizine sürüklemiş olduğunu da düşünürsek, bu sistemin imali olan Belirsizlikler Çağı’nda yaşamın devamlılığı ancak küresel sistemin  insanı ve onun doğal çevresini korumayı önceleyen, riskleri öngörerek bertaraf eden şekilde dönüştürülmesiyle mümkün olabilir.
(Bu yazı Yeşil Gazete ve Sivil Sayfalar’da da yayımlanmıştır.)

[COP 28] Nükleer enerjinin COP kararına girmesinin arka planı

  Küresel ısınmanın önlenmesi için ilki 1995 yılında gerçekleştirilen  COP  toplantılarının 28’incisine fosil yakıtlardan çıkışa dair somut ...