30 Aralık 2020 Çarşamba

Nükleer karşıtı aktivist Rashid Alimov Covid-19 nedeniyle hayatını kaybetti

 Yıllardır Greenpeace Rusya bünyesinde nükleer risk ve tehlikelere karşı mücadele veren Rashid Alimov, 40 yaşındaydı.



Rusya‘nın önde gelen nükleer karşıtı aktivistlerinden Rashid Alimov, 18 Aralık perşembe günü yakalandığı Covid 19’a bağlı semptomlar göstererek yaşamını yitirdi.

40 yaşında nihayetlenen ömrünü nükleer karşıtı mücadeleye adamış biri olarak yıllardır nükleer risk ve tehlikelere karşı mücadele veren Alimov çevreci kişiliğiyle biliniyordu. Söylem ve açıklamaları Rus medyasının takibinde olan, nükleer konusunda görüşüne başvurulan konusunda uzman bir kişiydi. Ekoloji ve nükleer karşıtı mücadele aktivistleri arasında üzüntüyle karşılanan ölümü, bir dönem çalışmış olduğu Rusya’nın çevre-ekoloji gazetesi Bellona ve arkadaşlarının yayımladığı sosyal medya mesajlarıyla duyuruldu. Biz de Yeşil Gazete olarak genç ömrüne uzun soluklu bir mücadele sığdıran Alimov’a karşı son görevimizi onu sizlerle buluşturarak yerine getirme ihtiyacını duyduk.

Rusya’da insanlar temiz hava soluyorsa bunda Rashid Alimov’un verdiği mücadelenin de katkısı  var: Bir dönem St Petersburg‘da kurulması planlanan atık yakma ünitesine karşı  çıkan itirazları ülke genelinde binlerce kişinin katıldığı bir kampanyaya dönüştürerek Valiliğin planı iptal etmesini sağladı. Genel olarak tehlikeli atıklar üzerine çalışmışsa da nükleer risk ve tehlikelerin özel ilgi alanına giren Alimov, Greenpeace Enerji Departmanı yöneticisi olarak başarılı eylem ve etkinliklere imza attı.



Rashid  Alimov St Petersburg Valilik binasının önünde Rusya’nın kullanılmış nükleer yakıt ithal etmesini protesto ederken

Özellikle son yıllarda nükleer risk ve tehlikeler üzerine yoğunlaşan Rashid Alimov, Rusya’nın başta Almanya olmak üzere farklı ülkelerden seyreltilmiş  uranyum atığı ithal ettiğini kamuoyunun öğrenmesi için çalıştı.

10 yıl önce Rusya ve Almanya’daki aktivistlerin direnişiyle durdurulmuş olmasına rağmen 2019 yılında yeniden başlatılan bu ithalata karşı Greenpeace çatısı altında eylem ve protestolar düzenledi. Rusya’nın Mayak Nükleer Yakıt Yeniden İşleme Tesisi’nde işlenmek üzere ülkeye sokulan nükleer atıkların ‘nükleer atık mı yoksa yeniden işlenecek bir hammadde olarak mı sayılacağı’  hususunda yaşanan tartışmalarda aktif rol oynadı. Kategorisine göre prosedürel izinlerin ve önlemlerin alınması mümkün kılınacağı için bu atıkların toplum ve çevre sağlığı açısından daha kati kurallara tabi olmasını gerektirecek şekilde “nükleer atık” kabul edilmesi yolunda da mücadele verdi.

Alimov, Greenpeace tarafından yürütülen Çernobil Nükleer Felaketi’nin radyoaktif kirlilik boyutlarını araştırma süreçlerinde ve Rusya’nın  Mayak Nükleer Santrali bölgesinde radyoaktif kirlilik keşiflerinde görev aldı. Toplumun radyoaktif riskler konusunda bilinçlenmesi için yıllarca  emek vermiş olan Alimov’un Greenpeace tarafından yayımlanan “Çernobilin Sonuçları Raporu”nda da katkısı bulunuyor.

Greenpeace Rusya, Alimov’u web sayfasında yayımladığı “Rashid eşi bulunmaz bir uzman ve nazik, enerji dolu, bilgili ayrıca mizahı güçlü bir arkadaşımızdı, onu özleyeceğiz” notuyla son yolculuğuna uğurladı.

Benim de aktivist bir arkadaşım olan Rashid Alimov, yaşanabilir bir dünyanın tesis edilmesi için uğraşan herkesin büyük bir kaybı. Geride bıraktığı eşiyle iki çocuğunun, nükleer karşıtlarının ve tüm sevenlerinin başı sağ olsun.

Bu yazı Yeşil Gazete'de yayımlanmıştır 

7 Aralık 2020 Pazartesi

Akkuyu’da Sinop’ta yargı kamu vicdanına karşı, tek çare dayanışma

 Tabi olduğumuz hukuk sistemi işlemese de o hukukun uluslararası hukuk ve uluslararası anlaşmalarla bağlandığı bir ekosistemi bulunuyor. Ancak iç hukuk tüketildiğinde diğer süreçlere geçilen bu ekosistemde, kamuoyunun kalbinin Akkuyu ve Sinop’la atmasına ihtiyaç var.




Hukuk ve adalet şüphesiz yaşamın her alanında ihtiyaç duyduğumuz, tutunduğumuz, önemini en iyi yokluklarında anladığımız kavramlar. Gezi sonrası dönemde tırmanışa geçen hak ihlalleriyle sıklıkla karşılaşırken son yıllarda buna bir de hukuki  süreçlerin açıkça bağımsız ve tarafsız olmayışı eklendi. Özellikle güçler ayrılığı ilkesinin tartışmaya açılmasının akabinde Parlamenter rejimin yerini Cumhurbaşkanlığı rejiminin almasıyla yasama yürütme karşısında gücünü yitirirken yargı erki de yürütmenin kontrolüne girdi. Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığını iki ayrı fakat, birbirini tamamlayan kavramlar olarak ele alan Hukukçu Rıza Türmen bağımsızlığı yargının yürütmeye tabi olmamasıyla, tarafsızlığı ise hakimin karar verirken dış baskılardan etkilenmemesi ve  kararını yasaya dayandırması boyutlarıyla tanımlıyor.
Mersin Akkuyu ve Sinop nükleer santral projeleri de tabi olduğumuz coğrafi sınırlar içinde hukuk sistemimizin bugün maalesef ne bağımsız ne de tarafsız olduğunu gösteren  örneklerden. Ancak kurulması maddi manevi risk, tehlike ve külfet teşkil eden, kalıcı izleri uzamda ve zamanda sınır tanımayan nükleer santraller yargı yoluyla da dayatılırken (üstelik tüm bu etkileri katmerlendirecek olan iklim krizi çağında) bu projelere karşı çıkabilecek bir hukuk ve adalet sistemi işlemiyorsa, gerçek yargı kamu vicdanıdır.  Zira ulusal hukukun da bağlı olduğu  uluslararası hukuk ve uluslararası sözleşmelerden oluşan bir ekosistemi vardır ve onu işletecek olan yalnızca kamu vicdanının göstereceği iradedir… Bu bağlamda yargının nükleer santral projelerindeki  tarafgirliğini Akkuyu’daki süreçlerle anımsatabilecek olan bu yazı çok yakında Sinop Nükleer santral Projesi için bilirkişi incelemelerinin başlatılmasına yönelik bir dayanışma çağrısı şeklinde de okunabilir.

Reddi hakim talepleri dikkate alınmıyor

Türkiye’nin ilk nükleer santral projesi olmaya namzet Akkuyu NGS’nin inşasına hukuken geçerli bir ÇED raporu ve üretim lisansı olmaksızın başlanmış ve devam edilirken, yukarıda ifade edildiği üzere yargı ne bağımsız ne de tarafsız oldu. Açılan ve adaletsizliğe mahkum edilen davalar uzun bir liste oluşturur. Nitekim en son DAÇE tarafından 30 Kasım günü açılan davada avukatların reddi hakim talebinde bulunması da yargının bağımsızlığı kadar hakimin tarafsızlığının dert edildiğinin bir ispatı.
Zira 2019  yılında birinci reaktörün temeli atılırken meydana gelen çatlaklara istinaden projenin yürütmesinin durdurulması istemiyle açılan davada, hakimin bu talebi açık değil kapalı şekilde reddetmesiyle davanın bölge idare mahkemesine götürülmesini önlemesi davadaki tarafgirliğinin açık net bir göstergesi sayılıyor. Bu tespitin sağlamasını ise reddi hakim talebine rağmen aynı hakimin davayı görmekten imtina etmemesinde, daha doğrusu hakimin tarafsız olmadığı anlaşıldığına göre “ettirilmemesinde” görüyoruz. 

Dünyanın ilk hükümetlerarası anlaşmasını müteakip ayağa kalkan Türkiye kamuoyunun bir dizi mücadelesine rağmen Akkuyu NGS’de iki reaktörün inşaatının tamamlandığı üçüncü reaktörün de inşaat lisansının alındığı bir aşamaya geliniyorsa, reddi hakim talebinin umursanmaması da çok şey söylüyor. Esasen perşembenin gelişinin çarşambadan belli olduğu, 2016-2018 yılları arasında Akkuyu NGS ÇED’ine karşı 13 sivil toplum örgütünün açtığı davaların iki seferde gerçekleştirilen bilirkişi  incelemeleri süresince verilen mücadelenin üstüne ÇED’in  gerekçesiz onaylanmasında görülmüş; akabinde bu bilgi ÇED iptal davası için verilen emeğin, gösterilen eforun ardından ÇED iptal talebinin reddine kopyala-yapıştır cümlelerle hükmedilmesi ve sivil toplumun itirazlarının bir çırpıda geri püskürtülmesiyle teyit edilmişti. 

Sinop’ta skandal uygulamalar

Bu noktaya kadar Akkuyu NGS Projesinde  “Ak” bir kuyu’ya düştüğü iyice pekişmiş olan yargı süreci, ikinci nükleer santralin kurulması planlanan Sinop İnceburun’da halkın bir kez daha yok sayılmasıyla inceldiği yerden kopabilir.

Zira Türkiye’nin ikinci nükleer santralinin kurulmasının planlandığı Sinop’ta da Japonya ile hükümetlerarası anlaşmanın yapıldığı 2013 yılından bugüne çeşitli hukuksuzluklar, halkın irade beyanının hukukla karşı karşıya geldiği süreçler yaşanıyor. Aynı Akkuyu’daki gibi daha halkın katılımı toplantısında başlayan adaletsizliklere tanık olundu ve projenin karşısında irade gösteren 17 kişiye karşı dava açıldı, davalar beraatle sonuçlandı. Halkın İzleme Değerlendirme Komisyonu (İDK) toplantılarına da alınmadığı ÇED içeriği Japonya projeden çekilmiş olmasına rağmen Japonya ile yapılmış olan hükümetlerarası anlaşmaya dayandırılmış olarak; hangi şirket tarafından yapılacağı da belli olmayan şekilde ve varsayımsal bir “referans”reaktörün çevreye etkisini değerlendirdiği iddiasıyla karşımıza çıkarıldı. Nereden tutulsa elde kalan skandal üç bin sayfalık nihai ÇED kamuoyuyla paylaşıldı ve tüm itirazlara rağmen olumlu bulunarak onaylanabildi.

sinop

Sinop NGS’nin skandallarıyla Akkuyu NGS’ye şimdiden fark atmasının nedeni şüphesiz Sinop NGS’nin ÇED sürecine Cumhurbaşkanlığı Sistemine geçilmiş dönemde; diğer bir deyişle neoliberal sistemin otoriteryen eğilimleri zirve yaparken başlanmış olması. Sonuç olarak yakında ÇED onayına karşı Sinop NGS için İnceburun sahasında bilirkişi inceleme ve değerlendirmeleri gerçekleştirilecek. ÇED’e itiraz edilerek bilirkişi incelemesi talep edilen davanın görülmesi için gerekli olan 40.884,90 TL tutarındaki meblağ ise Sinop Nükleer Karşıtı Platform üyelerinin girişimiyle ekonomik darboğaz içindeyken dahi katkısını esirgemeyen bireylerin, yerel yönetimlerin, dernek, sendika ve meslek odalarının katkılarıyla toplandı.

Dolayısıyla bugünler Sinop için desek de aslında tüm Türkiye için hararetli ve telaşlı bir dayanışma süreci  yaşanıyor. Zira bir  nükleer santral projesi salt yapıldığı şehri ya da coğrafyayı ilgilendirmiyor. Çevreyi ve ekolojiyi bir bütün olarak daha altyapı düzenleme çalışmalarıyla Akkuyu’daki gibi tarumar edeceğini bugüne dek bir milyona yakın ağacın kesimiyle  gösteren projede katliamın bizim vergilerimizle yapılacağı da malum… Neticede maliyetli, riskli yatırımın sağlamayı iddia ettiği elektriği bile satın alırken mağdur edileceğimiz bu proje, Akkuyu gibi sırtımızdaki kamburlardan birini oluşturarak nükleer bir kaza olmasa dahi  her türlü geleceğimizden çalacak.

Hele bir de iklim kriziyle karşı karşıya kalmışken insan suyun, toprağın kadrinin bilinmesiyle sınanırken bu coğrafyaya tarih boyunca yapılmamış en büyük kötülüğün, verilmemiş zararın verilmesine on iki bin yıllık Hasankeyf’in sulara gömülmesine  tanıklık ettiğimiz gibi tanıklık ediyor mu olacağız? Tanıklık seyir etmek halini alırken Sinop NGS’nin sınır aşan etkileriyle daha yakın bir coğrafyadan Avrupa’yı ilgilendirmesi de bizim için önemli. 

Anımsayalım ki tabi olduğumuz hukuk sistemi işlemese de o hukukun uluslararası hukuk ve uluslararası anlaşmalarla bağlandığı bir ekosistemi bulunuyor. Ancak iç hukuk tüketildiğinde diğer süreçlere geçilen bu ekosistemde, kamuoyunun kalbinin Akkuyu ve Sinop’la atmasına ihtiyaç var. Diğer bir deyişle Akkuyu ve Sinop projelerine karşı çıkabilecek bir hukuk ve adalet sistemi işlemiyorsa gerçek yargı kamu vicdanıdır diyerek tek yapmamız gereken bu davalara sahip çıkmak; Akkuyu’da ve Sinop’taki nükleer santral projelerine karşı itirazımız olduğunu yılmadan, yüksek sesle dile getirmek; vicdanımızın irade göstermesine ve hukukun kendi ekosistemi içinde devinimine imkan tanımaktır.

(Bu yazı Yeşil Gazete ve Sivil Sayfalar’da da yayımlanmıştır.)

9 Kasım 2020 Pazartesi

Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’nın başarısı için

 Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’nın resmen yürürlüğe girerek nükleer silahlanmanın suç olduğunun ilan edilmesi çok kıymetli bir adımdır. Ancak bu girişimin amacına ulaşması için nükleer silahlanmanın beslendiği damarların kurutulması elzemdir.







“Şimdi dünyaları yok eden ölümün kendisi oldum. Sanırım hepimiz düşündük bunu, o ya da bu şekilde…” [1]

1945 yılında Manhattan Projesi kapsamındaki Trinity (Üçlü) Test’in ilkini New Mexico- Alamogordo’da gerçekleştirdiklerinde, bombanın yapım sürecinde görevli olan fizikçi Robert Oppenheimer nükleer patlamanın etkisi karşısındaki hissiyatını Hinduların Kutsal Kitabı Bhagavad Gita’dan bir alıntıyla ifade eder. Onun bu sözleri yüzeysel bir değerlendirmeyle “güç sahipliğinin dışavurumu” sanılarak yıllarca yanlış yorumlanmışsa da James Hijiya’nın “The Gita of Oppenheimer (Oppenheimer’ın Gitta’sı) makalesinde ışık tuttuğu perspektiften bakınca sözlerinin dünyayı yok edebilecek bir ölüm makinası inşa etmek zorunda kalmanın vicdani ağırlığıyla baş etme çabasının itirafı olduğu anlaşılır [2].

Ne var ki siyasi figürlerin siyasi gerilim ortamında gövde gösterisi kıvamında nükleer testler yapılabilmesi Bhagavad Gita’nın dizelerindeki gibi dünyaları yok eden ölümün kendisi olmaya namzetmiş ruh hali içinde bu silahları kullanmak istemesi, hep ihtimal dahilindedir.

Nükleer silahlanma suçtur!

2017 yılında Nobel Ödülü’ne layık görülmesiyle adı dünya çapında duyulan Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması/Treaty Nuclear Weapon Prohibition (TPNW) kampanyası ile ICAN son 10 yıldır nükleer silahlanmaya karşı çeşitli ülkelerdeki sivil toplum örgütlerinin dayanışma içinde verdiği mücadeleyi zirveye taşıdı. Anlaşmanın 24 Ekim 2020 tarihinde 50’inci ülkenin de imzalamasıyla resmiyete kavuşması ise tarihte ilk defa nükleer silah üretmenin, test etmenin, topraklarında bulundurmanın ve nükleer silah satın almanın birlikte yasaklandığı, diğer bir açıdan ise aksi faaliyetlerin “suç” teşkil ettiğinin resmen yürürlüğe girdiği anlamına geliyor.

Şüphesiz nükleer silaha sahip olan ülkelerin nükleer silahsızlanmayı savunan bir metnin altına imza atmasını beklemek şimdilik bir hayal. Zira 2019 yılının verilerine göre dokuz devlet – ABD, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa, Çin, Hindistan, Pakistan, İsrail ve Kuzey Kore – yaklaşık 13.400 nükleer silaha sahip  ve bunların 1800’ü yüksek operasyonel alarm durumunda[3].

Öte yandan T.P.N.W.’ye imza atmış olan devletler arasında Türkiye, Suudi Arabistan gibi ilk kez nükleer santral kurma sürecindeki ülkeler yer almadığı gibi nükleer santrali bulunan 31 ülkeden de yalnızca ikişer reaktöre sahip Brezilya ve Meksika’nın imzacılar arasında olması, yani diğerlerinin henüz yer almaması da dikkat çekici. Zira bu detay bize nükleer santrallerle nükleer silahlanma arasındaki ilişkiye dair bir şeyler söylüyor.



Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’na nükleer santrali bulunan, nükleer santral kurma planları yapan ülkelerin şimdiye kadar imza atmamış olması (umalım ki izleyen süreçte imzalansın) nükleer silahlanmaya ve testlere karşı daha önce yapılmış olan önceki küresel anlaşma ve kampanyaların neden başarıya ulaşmadığını ve yine yeniden Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’na ihtiyaç duyulduğunu bize gösteriyor. Peki bugüne dek yanlış olan neydi ve Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’nın(T.P.N.W.) başarı sağlaması için ne yapılmalı? Bunun için biraz geçmişe gidip daha önce yapılmış olan nükleer silahlarla testlerin yasaklanmasına yönelik imzaya açılmış olan anlaşmaların geçmişine bakalım.

Amacına ulaşmayan nükleer silah karşıtı girişimler

Nükleer testlere İkinci Dünya Savaşı‘nı müteakip Soğuk Savaş Dönemi’nde başlandı. 1974 yılına kadar atmosferde, yer altı ve deniz altında gerçekleştirilen yaklaşık 2 bin nükleer test, devletlerin “güçlerini” birbirlerine göstermeye çalıştığı bir yarış havasında geçti. Pasifik’te, uzak coğrafyalarda yerli halkların radyoaktif kirliliğe maruz bırakılmasının neticesinde oluşan tahribata karşı dünya kamuoyu ilk olarak 1964 yılında Nükleer Silahların Yayılmasının Kısmi Önlenmesi Anlaşması’nı imzaya açtırdı. Denizaltı ve atmosferdeki testler yasaklanınca testlere yer altında devam edilmesiyle kısmi anlaşma yerine daha kapsayıcı anlaşma yapılması ihtiyacı doğdu. 

Bununla beraber dünya genelinde kanser ve türevi hastalıklarındaki artış ve çocukların dişlerinde nükleer silahların atılmasıyla açığa çıkan radyoaktif elementlerden stronsiyumun tespit edilmesi durumun vehametini ortaya serince, dünya kamuoyu bu kez uluslararası hekimlerin desteğini alarak daha güçlü bir şekilde nükleer testlerin durdurulması için sesini yükseltti ve 1968 yılında Nükleer Silahların Yayılmasının Kapsamlı Önlenmesi Anlaşması (N.P.T.) imzaya açtırıldı.

Türkiye, bu anlaşmayı 1969 yılının Mart ayında imzalamış, 1979 yılında T.B.M.M.’de onaylatarak yürürlüğe koymuştur. Nükleer silahlanmayı ABD ve eski S.S.C.B.’nin sahipliği ile sınırlama anlamına gelen NPT imzacısı ülkelerin nükleer teknolojiyi geliştirmesinin ise silahlanmaya yönelik kullanılmayacağının sözünü vermiş göründüler. Bu sözün geçerliliği bir yana bugün hala yürürlükte olan bu anlaşmayı parlamento onay sürecinden geçirmemiş devlet de çoktur. Akabinde nükleer güçler testlere devam ettiği için de 1996 yılında Kapsamlı Nükleer Test Yasağı Anlaşması (C.T.B.T.) imzaya açıldı. Lakin bu anlaşma da imzacı devletler tarafından mecliste onaylatılmadığı ve aralarında mevcut nükleer alt yapısına rağmen hiç imzalamamış olan devletler bulunduğu için bugün işlevini tam olarak yerine getirememektedir. Türkiye C.T.B.T.’yi 1996 yılında imzalayarak 2000 yılında T.B.M.M.’de onaylamıştır.



Nükleer silah-santral geçişliliği göz ardı edilince

Nükleer silahlarla nükleer enerji üretim alt yapısı arasında bir geçişlilik olduğu ise günümüzde yaygın şekilde biliniyor. Nükleer silahların yarıştırıldığı Soğuk savaş ortamında ABD Başkanı Eisenhower tarafından 8 Aralık 1953 tarihinde ilan edilen Barış için Atom Anlaşması da bu savaş teknolojisinin geliştirilmesini meşrulaştırılmaya yönelik kullanılmıştır.

Nükleer gücün bir enerji olarak günlük yaşamın kalbine sokulması için esas büyük adım ise dünya çapında etkileri olan 1973 Petrol Krizi ile atıldı. Öyle ki nükleer enerjinin petrolle elde edilen elektrik enerjisine alternatif çözüm olarak sunulması dünya çapında literatüre Nükleer Rönesans olarak geçti.  Bu açıdan 1970’lerde nükleer enerjinin petrole alternatif enerji kaynağı olarak gösterilmesi günümüz iklim krizi koşullarında nükleerin temiz enerji şeklinde lanse edilmesine benzetilebilir.

Nükleer santral kurma eğilimi ABD’de 1979 yılındaki Üç Mil Adası Nükleer Felaketi’yle sekteye uğrarken dünyanın geri kalanı ABD ile aynı nükleer farkındalık noktasına ancak 1986 yılında Çernobil Nükleer Felaketi’ni yaşayarak gelmiş ve felaketin üstünden geçen 10 yılın sonunda nükleer santral yatırımları yeniden başlayabilirken irili ufaklı kazalar görmezden gelinse de radyoaktif kabus 25 yıl sonra Fukuşima Nükleer Felaketi ile kendini yeniden hatırlatmıştır. 

Nükleer silahlanma anlaşmalarına rağmen nükleer enerjinin kullanımının yaygınlaştığı dönemlerde, nükleer silahların yayılmasının önlenmesi anlaşmalarıyla nükleer testlerin yasaklanması anlaşmalarının işlevsizliğinin sırrı nükleer silah-santral süreçlerinin kesişimselliğinde gizlidir. Nükleer teknolojinin askeri alandaki kullanımının nasıl geliştirildiğine örnek olarak ABD Savunma Bakanlığı’nın 2005 yılındaki bir çalışmasında 1-3 kilogram plutonyumun nükleer silah yapmak için yeterli olduğu açıklaması [4], 1000 megawatt gücündeki nükleer reaktörün yılda 200 kilogram plutonyum üretiyor olduğu gerçeğiyle birlikte değerlendirilmelidir.

Bununla birlikte nükleer santral -nükleer silah üretimi ilişkisinin barındırdığı olasılıkların yanı sıra nükleer yakıtın üretim aşamasında seyreltilmiş uranyum mermisi üretiminde kullanıldığı da göz önüne alınmalıdır. Nitekim 1945 yılında Hiroşima’ya atılan nükleer bombanın uranyum, Nagasaki’ye atılan bombanın ise plutonyum bombası olması da nükleer silahlanmanın salt plutonyum kullanımından ibaret olmadığını gösterir. Nükleer yakıtın işlenmesini de Körfez Savaşı‘nda, Sırbistan, Ukrayna savaşlarında ve yakın tarihte Suriye’de seyreltilmiş uranyum mermilerinin kullanılmasıyla birlikte düşünmek gerekir.

Nükleer santrallerde meydana gelen kazaların nükleer bomba atılmış, diğer bir deyişle nükleer silah kullanılmışçasına tahribat yarattığı ise bilinen bir diğer gerçektir. Özellikle Çernobil Nükleer Felaketi’nin Hiroşima’ya atılmış olan atom bombası ile açığa çıkan radyasyonun 200, Fukuşima Nükleer Felaketi’nin ise 400 katı daha fazla radyasyon yaydığını da hatırlamakta fayda var. Yine nükleer santrallerin operasyon halinde bile çevreye yaydığı radyasyonun kümülatif olarak etkisinin hesaplanmasının gerekmesi Fukuşima Nükleer Felaketi’yle pekiştirilen bir derstir. Nükleer santrallerin riskleri bu yazının konusu olmadığı ve yazının uzunluğunu gözetmem gerektiği için bu konuya fazla giremesem de nükleer riskler ile ilgili olarak önceki yazılarıma bakılabilir.



Sonuç olarak, Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’nın resmen yürürlüğe girmesinin anlamına tekrar dönersek, bu anlaşmayla nükleer silahlanmanın suç olduğunun ilan edilmesi çok kıymetli bir adımdır. Ancak bu girişimin amacına ulaşması için nükleer silahlanmanın beslendiği damarların kurutulması elzemdir.

Nükleer silahsızlanma nükleer santral işletim süreçlerinden nükleer santrallerin muhtaç olduğu nükleer yakıtın ham maddesini oluşturan ve ekosistemi zehirleyen uranyum madeninin yerin altından çıkarılmasına kadar (sağlık dışındaki alanlarda) nükleer yakıt çevrimi süreçlerindeki kullanımından vazgeçilmesini gerektirir. Türkiye gibi nükleer santrali bulunmayan ülkeler ise nükleer silahlanma dünya kamuoyu nezdinde “SUÇ” ilan edildiğinden, çıkmak zorunda kalacakları bu yola hiç girmemeli, Türkiye’de halihazırda inşaatına devam edilen Akkuyu Nükleer Santrali ile Sinop Nükleer Santrali projelerinden vazgeçilmelidir. Fakat ne Türkiye ne diğer devletler nükleer santral planlarından ve nükleer yakıt çevrimi süreçlerinden sivil toplum talep etse de irade kullanarak çekilecekleri  için Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’nın (T.P.N.W.) başarı sağlaması adına bu anlaşmanın nükleer silahlarla sınırlı tutulmaması ve nükleer silahların beslenme kaynakları olan nükleer yakıt çevrimi süreçlerinin kurutulması önemli ve gereklidir.

*

[1] “Bhagavad Gita, Hinduların Kutsal Kitabı”, Çev.Korhan Kaya, Dost Kitabevi, 2001

[2] Bilgi için tıklayın

[3] Geniş bilgi için tıklayın

[4] Cochran T.B. Plutonium: the international scene h

(Bu yazı Yeşil Gazete ve Sivil Sayfalar’da  yayımlanmıştır)

27 Eylül 2020 Pazar

Covid Çağı’nda Nükleer Enerji, 2020 Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu açıklandı

 Güneş enerjisinin maliyeti yüzde 89, rüzgar enerjisinin maliyeti yüzde 70 azalırken nükleer enerjinin maliyetleri yüzde 26 arttı.

    facebook sharing button
    whatsapp sharing button
    twitter sharing button
    linkedin sharing button
    email sharing button
    print sharing button

    Dünya genelinde nükleer santrallerin durumu, yaşı, kaçının inşaat halinde olduğu, kaçının devreden çıkarılacağı, kaçının sökümüne hazırlanıldığı gibi hususları netleştirerek açıklayan, bu şekilde güncel bilgi kaynağı olan Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu-2020/World Nuclear Industry Status Report (WNISR) yayımlandı. Dünya genelindeki nükleer santrallerin durumunu bir yıl öncesine ait verilerle analiz eden ve gelecek projeksiyonlarıyla enerji süreçlerinin karşılaştırmalı takip edilebilirliğine çok önemli bir katkıda bulunan  rapor yeni bölümleriyle, orjinaline  şuradan ulaşabileceğiniz  361 sayfadan oluşuyor.

    Rapor, 24 Eylül günü İstanbul saatiyle 12:00’de pandemi koşullarına uygun olarak internet üzerinden koordinatörü Mycle Schneider   tarafından  zoom ortamında bir sunumla kamuoyuna tanıtıld. Ardından  raporun yazarlarından ve halihazırda Atom ve Uluslararası Güvenlik temalı bir araştırma yürüten Ali Ahmad ile birlikte sorular yanıtlandı. Biz de Yeşil Gazete olarak her sene olduğu gibi raporu sizin için özetliyor ve değerlendiriyoruz:

    Öncelikle bu seneki raporun nükleer enerjinin üretim maliyetleri ile yenilenebilir enerjilerin üretim maliyetleri arasındaki makasın açıldığını gösteren çok net veriler sunduğunu belirtelim. Bununla beraber raporda her sene yaşanan gelişmeler ışığında yeni bölümleri görebildiğimiz üzere, bu sene de 2020 yılına damgasını vuran Covid 19 krizinin nükleer santrallerin işleyişine ve çalışma yaşamına etkisini analiz eden bir bölümün eklenmiş bulunduğunu söyleyelim. Rapora eklenen bir diğer bölüm ise Ortadoğu’nun nükleerleşmesine dair süreç analizini içeriyor ki, Türkiye’nin adı  bölgedeki beş ülkeyle birlikte anılıyor ve eş zamanlı gelişen nükleer enerji yatırım faaliyetleri ortak bir resmin içinden ele alınıyor.

    Raporda,  dünya çapında ilk kez inşa edilerek Finlandiya‘nın Nihai Nükleer Atık Deposu olarak faaliyete geçmesi beklenen Onkalo Projesi’nin tamamlanmasının bu yıl yine ertelendiğini de okuyoruz. Yani çözümsüz nükleer atık sorununun çözümü varmış gibi gösterilen proseslerin dahi  işlemediği bir kez daha görülüyor.

    Çalışmada, Japonya’da Fukuşima Nükleer Felaketi‘nin meydana geldiği 2011 yılından itibaren nükleer felaketin son bir yıl içindeki etkileri bu sene de  değerlendiriliyor.  Ancak bu yazının uzunluğunu gözeterek, Fukuşima Nükleer Santral tesisindeki reaktörlerin maliyet ve söküm süreçlerine, radyoaktif mağduriyette gelinen duruma dair paylaşılan bilgilere bir başka yazıda yer vermeyi seçerek bu yazıda nükleer endüstrinin dünya ve Ortadoğu özelindeki durumuna odaklanacağız.

    Rapor öncelikle dünya genelindeki nükleer enerji üretiminin %70’inin istikrarlı bir şekilde nükleer endüstriye sahip olan ABD, Rusya, Çin, G. Kore ve Fransa olmak üzere beş ülke  tarafından gerçekleştirildiğini ortaya koyuyor. Bu bağlamda yalnızca Çin ve Rusya’nın enerji çeşitliliği içinde nükleerin payını arttırmaktan yana bir gayret içinde olduğunu söylemek yanlış olmaz.

    2010-2019 yılları arasında dünya genelinde  inşaatına başlanılan reaktör sayısı 67 reaktör olup bunlardan beşi terk edildi. 62 reaktörün yarısı yani 31’i ise  Çin’de bulunuyor.  2020 ortası itibariyle 62 üniteden sadece 18’i faaliyete geçerken, 44’ü bugün de inşaat halinde. 2020  1 Temmuz itibariyle ise 2019’daki ilavelerle toplam 52 reaktör olduğu belirtiliyor.

    2019 yılında ilk kez güneş ve rüzgar enerjisi nükleeri geçti!

    Bu seneki raporun en önemli çıktısı ise tarihte ilk kez – yenilenebilir enerji kaynaklarından (hidroelektrik hariç) 2019 yılında elde edilen elektrik üretiminin  nükleer santrallerden elde edilen elektrik üretimini geçmiş olması. Hatta Covid 19’a rağmen, yeni yenilenebilir enerjilere yapılan küresel yatırımın, 2020’nin ilk yarısında özellikle rüzgar enerjisi yatırımlarındaki artışla yılda yüzde 5 artarak 132 milyar ABD dolarına yükseldiği tahmin ediliyor.

    Adı Nükleer Endüstri Durum Raporu olmasına rağmen özellikle nükleer güç sahibi olan ülkelerde yenilenebilir enerji sınıfındaki güneş ve rüzgar enerjisinin önlenemeyen yükselişi nedeniyle son beş yıldır çalışma kapsamında nükleer enerji -yenilenebilir enerji karşılaştırması da yapılıyor. Dolayısıyla bu seneki raporda rüzgar ve güneş enerjisi gibi yeni yenilenebilir enerji kaynaklarından elde edilen üretimin geçen yıl  rüzgardan sağlanan 59,2 Gigawatt, güneşten sağlanan 98 Gigawatt üretim artışıyla  toplamda bir önceki seneye göre de 20 Gigawatt yükselerek üretimdeki artışın 184 Gigawatt’a ulaştığı; buna mukabil nükleer enerjiden elde edilen üretimin  yalnızca 2,4 Gigawatt artış gösterdiği belirtiliyor.

    Yenilenebilir enerji maliyetlerinde gerçekleşen düşüşün üretimdeki artışla ilgisi kurulabilecek şekilde aşağıdaki grafikte 2019 yılında güneş enerjisinin maliyetinin yüzde 89, rüzgar enerjisinin maliyetinin yüzde 70 azaldığı fakat nükleer enerji maliyetlerinin yüzde 26 artmış olduğu görülüyor.

    Covid 19 ve nükleer enerji sektöründeki çalışma şartları

    Dünya genelinde Covid 19 nedeniyle pandemi şartları çalışma yaşamında önlemler alınmasını gerektirirken alınan ve alınmayan önlemler iş yerine ya da sektöre dair değerlendirme yapmayı sağlıyor. Buna ilaveten nükleer santral tesislerinin hem 7/24 bilfiil çalışma yapılan bir iş yeri olmasından hem de meydana gelebilecek kaza, sızıntı ya da diğer sorunların salt bir yerle ve belli kişilerle, tek bir zaman dilimiyle sınırlı kalmayacak olmasından mütevellit derin bir izleme ve değerlendirmeyi zorunlu kılıyor. Nitekim 2020 WNISR’de ayrılan bölüm nükleer endüstri açısından risklere ışık tutarken ülke bazında  tespitler paylaşıyor:

    Örneğin Fransa’da nükleer endüstrinin bel kemiği olan EDF‘in çalışanlarının üçte ikisinin evden çalışmaya yönlendirildiğini fakat sahanın taşeron işçilere kalmasına bağlı olarak  güvenlik risklerinin belirginleştiğine vurgu yapılıyor.  Diğer taraftan nükleer santral tesisindeki mevcut personele getirilen çalışma saatleri düzenlemesinin, çalışan üzerinde baskı kurulduğundan da bahsediliyor.

    İşçiler uzun süreli kamplara alınıyor

    Nükleer santrallerin süreklilik gerektiren iş planına karşın Covid 19’un vaka riskine karşı  karantina ortamı yaratmaya dönük şekilde hazırlanan çalışma planı ise işçilere özel hayat bırakmıyor. Zira ABD ‘de işçilerin herhangi bir 24 saatlik zaman diliminde 16 saate kadar çalıştırıldığını, herhangi bir 7 günlük dönem için ise 86 çalışma saatine kadar veya art arda 14 güne kadar 12 saatlik vardiyalara göre çalışma şeklinin yeniden dizayn edildiğini  görüyoruz. Buna mukabil Rusya ve İsveç’ te kontrol odası personeliyle anahtar(temel) personelin izole edilerek tesis alanında barınma sağlanmış olarak çalıştırıldığı belirtiliyor.

    Bakım onarım çalışmaları erteleniyor

    Raporun aydınlattığı önemli bir nokta da nükleer santrallerde “bakım onarım” yani yakıt ikmali ve bakım prosesleri gibi son derece kritik bir konunun 2021 yılının sonuna kadar “kritik olmayan işler“şeklinde nitelenmiş olması. Zira nükleer santraller bakım onarımları yapılmazsa kaza olasılıkları artan , yüksek ısının açığa çıkmasına bağlı olarak altyapı malzemelerinde kolaylıkla eskimeye ve yıpranmaya yol açtığı bilinen, bu nedenle de kolay yaşlanan tesisatlardan oluşur -ki birazdan okuyacağınız gibi dünya ortalaması reaktörlerin 30 yaş civarında olduğunu gösteriyor, yani bakım onarım elzemdir, ertelenmesi kaza olasılıklarını arttırır.

    Raporda da gerek bakım onarım gerekse inşaat süreçlerinde daha az personelin sahada bulunmasının yetersiz olduğu, diğer bir ifadeyle yenilenebilir enerji endüstrisinin nükleer endüstriye göre iş takibi açısından da daha az risk taşıdığından bahsediliyor

    Raporda altı çizilen diğer bir konu nükleer tesislerdeki Covid 19 vakalarındaki artış. Nitekim Rusya’daki Rosatom tesislerinde temmuz ayı ortası itibarıyla toplam 4500 vakanın olduğu belirtiliyor. Yine ABD’nin Georgia eyaletinde inşaatı devam eden Vogtle fabrikasında büyük bir salgının meydana gelerek 800’den fazla personelin pozitif çıktığı ve Ağustos 2020’nin sonunda hala 100’den fazla Covid 19 hastası olduğu tespitler arasında.

    408 operasyon halindeki reaktörün ortalama yaşı 31 

    WNISR 2020 son bir yıl içinde 3’ü Rusya’da, 2’si Çin’de, 1’i Güney Kore’de olmak üzere toplam altı reaktörün kapatılmasıyla bugün operasyon halinde 408 reaktör bulunduğunu söylüyor.

    Rapora göre Çin dışındaki büyük yeni inşa programları açısından dünyadaki nükleer reaktörlerinin ortalama yaşı 2020’de 30,7 yıla ulaşmış bulunuyor. Bununla birlikte 408 olan toplam reaktör sayısının üçte ikisine tekabül eden 270 reaktörle 41 yıl veya daha uzun süredir çalışan 81 reaktörün (toplamın yüzde 20’si) 31 yıl veya daha uzun süredir faaliyette olduğuna işaret ediliyor.

    Elektrik üretim çeşitliliği içinde nükleerin payı artmıyor

    Bununla beraber nükleer enerjinin küresel ticari brüt elektrik üretimindeki payında ise bir artış yok, bilakis azalış var zira 1996’daki yüzde 17,5 iken 2018’den bugüne yüzde 10,15 düzeyinde bulunuyor.

    Öte yandan halihazırda çalışan tüm reaktörlere ömrü uzatılanlarla inşaat halindekilerin kapasitesi dahil edildiğinde, 135 reaktörün ya da nükleer enerjiyle elde edilen 105 Gigawatt kapasitenin 2030’un sonuna kadar devrede olması anlamına geliyor.

    İnşaat projelerine bakıldığında ise son on yıldaki projelerin yüzde 5,8’den 13,7’ye çıktığı yani iki katından fazla arttığı görülüyor lakin yine de  inşa süreçlerinin düşüş eğilimi gösterdiği düşünülüyor.  2020 Temmuz ayı itibariyle, 62 üniteden sadece 18’i faaliyete geçmiş ve 44’ü ise hala inşaat halinde bulunuyor.

    Raporda birçok reaktörün, lisansları sona ermeden çok önce kapatıldığı; 2015 ile 2019 yılları arasında şebekeden çıkarılan 17 reaktörün ortalama devreden çıkarma yaşının 42,4 olduğu bilgisi paylaşılıyor.

    Rapora göre 2016 Aralık ayından bugüne esas olarak 2019 yılında inşasına başlanan altı reaktör var. Bunların dördü Çin’de, biri Rusya’da diğeri ise Birleşik Krallık‘ta bulunuyor. Türkiye’deki Akkuyu NGS inşaatının ikinci reaktörünün inşaatı ise 2020’nin ilk yarısında başlamış durumda.

    Ayrıca İran‘da , 1976’da başlatılmışken durdurulan Bushehr-2 reaktörünün inşasına 2019’da devam edilmesiyle halihazırda 17 ülkede inşaatların devam ettiği; nihayet 1 Temmuz 2020 itibarıyle toplam 52 reaktörün inşa halinde olduğu notu düşülmüş bulunuyor. Buna göre kapasite 8,9 Gigawatt artarak 53,5 Gigawatt düzeyine ulaşılmış.  2020 yılı sonuna kadar inşaatı sürecek olan Çin’deki 14 Gigawatt’a karşılık gelen 15 reaktör de bu 52 reaktör arasında yer alıyor.

    İnşaat projelerinde ertelemeler

    Son 18 ayda başlayan tüm reaktör inşaatları geçen on yıl içindeki inşaat projelerinin çoğu gibi, devletlerin sahip olduğu veya yönlendirdiği şirketler eliyle yürütüldüğü tespiti yapılıyor. İnşaat sürelerine bakıldığında ise 52 reaktörün ortalama inşaat süresi 7,3 yıl olurken bu sürenin geçen seneye göre 6 aylık sarkmaya uğradığı, 2017 ortalarında ise 6,2 yıl olan bu sürenin 1,5 yıl uzadığına işaret ediliyor. İlginç olan ise inşaat süresi uzayan bu projelerin 15’inin,  ülke bazında ise proje yürütülen 17 ülkeden 8’indeki projelerin Rusya’ya ait olması.

    Rapora göre söz konusu 17 ülkenin en az 10’ununda yapım aşamasında olan  reaktörlerde yıl boyunca gecikmeler yaşanmış ve tüm inşaat projelerinin en az 33’ü (toplamın yüzde 64’ü ) ertelenmiş bulunuyor. Nitekim planlarının gerisinde olduğu açıkça belgelenen 33 reaktörün en az 12’si hakkında gecikmeler olacağı ve dördü hakkında da ilave yeni gecikmelerin meydana geldiği  bildirilmiş. Sonuç olarak 2019’da 13 reaktörün devreye alınması planlanmışken ancak altı reaktör tamamlanabilmiş bulunuyor.

    WNISR 2020, nükleer endüstrisi için üst hedefler kurma eğilimi gösteren Çin’de 2016–2020 beş yıllık planı doğrultusunda 2020 yılına kadar 58 Gigawatt kapasitenin operasyonda ve 30 Gigawatt kapasitenin inşa sürecinde olması hedefine karşın, 2020 ortasında 45,5 Gigawatt kapasitede reaktörün operasyonda olması ve hedefin yarısından bile düşük şekilde 13,8 Gigawatt reaktörün inşaat halinde bulunmasıyla orjinal hedefin oldukça  uzağına düşüldüğüne işaret ediyor.

    Her yıl olduğu gibi WNISR 2020’de de uzun dönem projeksiyonlar yapılmış. Buna göre lisanslı tüm ömrü uzatılan ve lisans yenilemeleri yapılan reaktörler hesaba katılarak(özellikle ABD’de) tüm inşaat sahalarının tamamlandığı bir senaryo çalışmasına değinelim. 40 yıllık bir ömür tahmini üzerinden 2020’nin sonunda, net çalışan reaktör sayısının iki reaktör ve kurulu kapasitenin de 2,5 Gigawatt artması beklenebilir görünüyor.

    2030’a kadar ise, net dengenin 2022’de negatife dönmesiyle devreden çıkışların karşılanmasının 137 yeni reaktörün (107,5 Gigawatt) devreye alınmasıyla mümkün olacağı değerlendirmesine yer verilmiş.

    Bu seneki raporda Türkiye’ye de geniş geniş yer verilmiş, zira dünya nükleer endüstriden çekilirken Türkiye nükleer enerji yoluna girmeye çalışıyor. Ayrıca Türkiye’nin WNISR 2020’de  Ortadoğu’daki nükleer santral projeleriyle birlikte değerlendirildiğinin altını çizelim.

    Türkiye’nin adı Orta Doğu Bölgesi’ndeki projelerle  anılıyor

    Bir Arap ülkesinde (Birleşik Arap Emirlikleri‘ndeki Barakah) operasyon aşamasına giren ilk nükleer enerji santrali vesilesiyle, WNISR Orta Doğu’daki altı ülkenin nükleer enerji hedeflerine genel bir bakış sunuyor. Bu ülkeler, İran, BAE, Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün.  Bu ülkelerin üçünde  İran ,Mısır ve Türkiye’de projeler Rosatom tarafından yürütülüyor.

    Ortadoğu’da, nükleer santraller inşa etmek için on yıllardır süren planlara rağmen çok az ilerleme kaydedildiğinin altı çizilen çalışmada bölgesel nükleer enerji projelerinin siyasi ve ekonomik belirsizliklerle karşı karşıya olduğu belirtiliyor. Nitekim bu ülkeler aşağıda Şekil 23’te gösterildiği gibi çok farklı taahhüt ve ilerleme seviyelerinde.

    Bu politikayı sürdüren ülkelerin en büyük ortaklıkları ise kamuoyuna karşı kurulan söylemin elektrik üretiminde fosil yakıtların payının azaltılması gerekliliği üzerine oluşu. Benzer şekilde bu ülkelerden bazıları nükleer santral yatırımlarının kalifiye çalışanlardan oluşan bir üs kuruluyormuş ve ileri teknoloji tesisi gibi sunulduğuna da değiniliyor.

    Ortadoğu’daki nükleer programların operasyonlarının kapsamının ve boyutunun aynı olmadığını teslim eden raporda Tablo 3’te gösterildiği gibi, İran nükleer programının en gelişmiş reaktör olduğuna ve bu modelin ikincisinin inşaat halinde olduğuna işaret ediliyor. Yine uranyum madenciliği yatırımları ve diğer nükleer yakıt zinciri faaliyetleri arasında dönüştürmeyle zenginleştirme de faaliyetler arasında görülebilir. 

    Raporda uranyum zenginleştirme faaliyetinin İran’ın nükleer silahlanma potansiyelini sınırlamaya yönelik uluslararası çabaların odak noktası olduğu hatırlatılıyor. Nitekim bu sorun, İran’ın kullanılmış nükleer yakıtı yeniden işlememeyi ve Rusya’ya geri göndermeyi taahhüt ettiği Ortak Kapsamlı Eylem Planı (JCPOA) aracılığıyla çözülmüş fakat, anlaşma Trump yönetiminin anlaşmadan çekilmesiyle  2020 ortasında nihayetlenmişti.

    Öte yandan İran’ın Buşehr-1‘i bölgedeki tek operasyonel reaktörken (bkz. Şekil 24)bugün dördü Birleşik Arap Emirlikleri’nde, ikisi Türkiye’de ve biri İran’da olmak üzere yedi birimin daha inşa edildiği dikkat çekiliyor. Rapora göre daha fazla gecikme olmadığı varsayıldığında, bölgedeki şebekeye bağlanacak bir diğer reaktör ise son testlerden geçen Barakah-1 reaktörü . Tamamlandığında ve dört ünitenin tamamı faaliyete geçtiğinde, santralin ülkenin elektrik arzının yüzde 25’ini karşılaması öngörülüyor.

    İran ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin nükleer enerji programlarında inşaat gecikmeleri (Buşehr-1 durumunda 35 yıldan fazla) ise farklı nedenlere dayanıyor. İran örneğinde, gecikmeler çoğunlukla siyasi nedenlerden kaynaklanırken, Birleşik Arap Emirlikleri’nde esas olarak yerel personelin daha fazla eğitilmesi ihtiyacı ve bazı öngörülemeyen teknik konularla ilgili bulunuyor.

    Akkuyu NGS ekolojik, ekonomik ve toplumsal sorun kaynağı 

    WINSR 2020’de Mersin‘de inşaatına devam edilen Akkuyu NGS’ye ilişkin olarak projenin finansmanının, 1. ve 2. reaktörlerden üretilecek elektriğin yüzde 70’ine  3 ve 4. reaktörlerden elde edilecek elektriğin yüzde 30’una tekabül edecek şekilde 15 yıllık Elektrik Satın Alma Anlaşması’nın ekonomik sorun yaratacağına değiniliyor. Buna göre reaktörden elde edilecek elektriğin yüzde 50’si ilk 15 yıl için garantili bir fiyata satılacak, geri kalanı piyasada satılırken bir de ayrıca kur dalgalanması ve Türk lirasının değerinin düşmesi gibi risklere maruz kalınca fiyat garantilerinin(123,50 ABD Doları/Megawatt ) düzeyine çıkacağı öngörüsünde bulunuluyor.

    Genel olarak Türkiye’de nükleer karşıtlığının yüksek olduğuna yukarıdaki grafikle dikkat çekilen raporda Akkuyu NGS inşaat sürecine dair Akkuyu NGS’nin Büyükeceli Köyü‘nde neden olduğu ekolojik ve toplumsal sorunlarla da ele alınıyor.  Bu hususta Yeşil Gazete’ de okuduğunuz özel haberimize referans verilerek Akkuyu’da prefabrik konteynardan oluşan kamp alanlarında sayıları 5 bin civarına varan işçilerin Büyükeceli Köyü sakinlerine rahatsızlık verdiği toplumsal ve ekolojik kirlilik yarattığından  bahsediliyor. Ayrıca Akkuyu’daki inşaat çalışmalarının Covid 19 ortamında devam etmesine karşın Mersin Nükleer Platformu’nun riskler konusunda endişeleri dile getirdiği de belirtiliyor.

    2019 yılında ilk reaktörün inşaatı için temel atma sürecinde meydana gelen ve ancak tekrarladığında kamuoyunun öğrendiği çatlaklara da değinilen raporda Rosatom yönetimi tarafından bir açıklamanın 2020 Temmuz ayına kadar yapılmadığına dikkat çekiliyor. Raporda Ağustos 2019’da Rosatom’un tesisin inşası için, Rusya’nın en büyük bankası Sberbank‘tan 400 Milyon Dolar tutarında kredi sağlayacağını da okuyoruz.

    Raporda Sinop‘taki nükleer santral projesi ile ilgili olarak ise 2018 yılında ilk ÇED başvurusu yapıldıktan sonra 30 Mart 2020’de  Assystem ENVY Energy ve EÜAŞ Uluslararası ICC Jersey Adaları, Türkiye Merkez Şubesi adıyla Sinop Nükleer Santrali için ÇED  başvurusunun yapıldığından bahsediliyor. Bizim de “Referans reaktöre şirketsiz ÇED!” yazımızda okuduğunuz gibi  Fransa’da şu anda yapım aşamasında olan Flamanville-3 EPR reaktöründen garip bir şekilde “referans reaktör” olarak bahsedildiğine, ne var ki bunun bir anlaşmaya dayanmadığına vurgu yapılıyor. Ayrıca konuyla ilgili bu referans reaktörün menşei ülkesi Fransa’nın önce gelen şirketleri olan EDF’ ten ve Areva‘ dan bir açıklama yapılmadığı da belirtilmiş. 

    Politik kararlar belirleyici

    Dip toplamda Orta Doğu’nun halihazırda doğal gaz ve yenilenebilir enerji üretim kapasitesine uygun yatırım yapması halinde petrolden uzak bir enerji geçişine müsait olmasına rağmen, enerji çeşitliliği adı altında nükleer enerji üretiminde ısrar edilerek hiç bir ekonomik faydanın sağlanmayacağı teslim ediliyor. Yani ekonomik bir girdi sağlamayacak olan nükleer enerji yatırımının nedeninin Türkiye’de her zaman nükleer karşıtlarının söylediği gibi yalnızca politik kararlara dayalı olduğu ifade ediliyor.

    Nükleer-yenilenebilir enerji karşılaştırmasında güneş ve rüzgar galip!

    2020 yılının Haziran ayında Uluslararası Enerji Ajansı‘nın/International Energy Agency (IEA) üç yıllık sürdürülebilir iyileşme planı ortaya attığına gönderme yapılan çalışmada, “2021 ile 2023 arasındaki belirli zaman aralığında uygulanabilecek uygun maliyetli önlemlere odaklandığından bahsediliyor. Buna göre yenilenebilir enerji maliyetleri de düştüğüne göre planın üç ana hedefi var: Ekonomik büyümeyi artırmak, istihdam yaratmak ve daha dayanıklı ve daha temiz enerji sistemleri tesis etmek.

    Bu bağlamda elektrik sektörüne yönelik teklif; yenilenebilir enerji yatırımına öncelik verilmesi,elektrik şebekelerinin genişletilmesi ve modernizasyonunu desteklemek için bir dizi önlemin alınarak şebekenin güçlendirilmesi şeklinde sunuluyor, yani yeni rüzgar ve güneş tesisatlarını hızlandırmak ve mevcut olanları yeniden güçlendirmek temel hedef . Buna göre mesaj açık: Ekonomik, istihdam ve sürdürülebilirlik nedenleriyle açık öncelik yenilenebilir enerjinindir.

    IEA’nın çıkarımları WNISR 2020’nin de çıkarımı olarak verilmiş, yani: Giderek daha ucuz yenilenebilir enerji kaynakları yelpazesi ile karbondan arındırılmış bir enerji sektörüyle rekabet edemeyen, sorun kaynağı, atıl, uyumsuz ve pahalı bir teknoloji olarak, nükleer enerjinin artık terk edilmesi gerekiyor.

    ‘Kara Yağmur’ altında ve şemsiyesiz

     Radyoaktif kirlilik ekosisteme karışıp ölümcül etkiler nesilden nesile aktarılırken bildiğimiz hukuk kifayetsiz kalıyor. Hiroşima, Nagasaki ve Fukuşima Nükleer Felaketi'nin ardından doğan hak arayışlarının yanıtsız bırakılması yurttaşlar açısından gelecekteki mağduriyetlerin habercisi.

      facebook sharing button
      whatsapp sharing button
      twitter sharing button
      linkedin sharing button
      email sharing button
      print sharing button

      Geniş anlamıyla toplumsal yaşamın yasalar çerçevesinde koruma altına alınarak yurttaşların haklarının maddi- manevi yaptırımlarla düzenlenmiş olan kurallar bütününe uygun şekilde savunulmasını sağlayan hukuk, sağlık ve güvenlik risklerinin karşısında da kaçınılmaz bir başvuru aracıdır. Tüm devletlerin anayasalarında yer alan sağlıklı yaşam hakkının herkes tarafından ulaşılabilir olması için hukuk bir şemsiye görevi görür. Bu açıdan hukuk, teknolojik alandaki gelişmelerle adına medeniyet denilen dünya sahnesi de değişirken oluşan her tür mağduriyetin önlenmesi ya da tolere edilmesi noktasında da önemli bir rol oynar.

      Ne var ki, tüm endüstriyel faaliyetlerin aynı olmaması farklı mağduriyetlerin oluşmasına yol açarken aynı hukuki yaklaşımın izlenmesi bırakın mağduriyetlerin önlenmesini mağdur edenin elini güçlendiriyor. Mevcut hukuki yaklaşım ve alt yapının radyoaktif kirliliğe maruziyetten doğan mağduriyetlerin önlenmesinde ya da tolere edilmesinde yetersiz kaldığını anlatmayı amaçladığım bu yazıda sizlere 66 yıl arayla yaşanan iki olaydan örnek vereceğim. Zira gerek 75 yıl önce Hiroşima ve Nagasaki‘ye atılan bombaların gerekse dokuz yıl önce başlayan Fukuşima Nükleer Felaketi‘nin ardından doğan hak arayışlarının bugün yanıtsız bırakılmış olması dünya genelinde yurttaşlar açısından gelecekteki mağduriyetlerin habercisi. Aynı zamanda aradan geçen 66 yıla rağmen hukukun bir adım öteye gitmemiş olması da bildiğimiz hukukun kifayetsizliğinin en büyük göstergesi.

      Radyasyonla yaşamak: Hibakuşalar

      Dünya kamuoyu nezdinde 1945 yılının 6 Ağustos’unda Japonya’nın Hiroşima şehrine 9 Ağustos’ta ise Nagasaki şehrine ABD tarafından atılan nükleer bombalarla tanışılan yıkım, aslında 1942’de başlatılan Manhattan Projesi‘nin Üçlü Test (Trinity Test) kapsamındaki test sürüşüdür. İlki New Mexico Alamogordo‘da da denendikten sonra ilk kez insanlar üzerindeki etkisinin anlaşılması için savaş koşulları bahane edilerek(gerek olmamasına rağmen) ikincisi 21 gün sonra Hiroşima’ya ve üçüncüsü de hemen ondan üç gün sonra Nagasaki ‘ye atılır. Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan bombalarla sivil yaşam hedeflendiği için bombanın düştüğü noktalardan her yöne beş kilometre içinde 200 bini aşkın insan yanarak anında can verirken bir o kadarı da yıllar içinde çeşitli hastalıklardan musdarip, “hibakuşa”* olarak bir hayat sürmek zorunda kalır…

      Ömürleri boyunca tedavilerinin görülebilmesi için Japon Kızıl Haç Derneği tarafından 1956’da Hiroşima’da, 1969’da ise Nagasaki’de birer hastane faaliyete geçmiştir. Uluslararası Kızıl Haç Örgütü‘ne (ICRC ) ait 2014 yılı kayıtlarına göre 2,5 milyondan fazla kişinin ayakta tedavisi yapılmışken 2,6 milyon kişi ise yatarak tedavi hizmetlerinden yararlanmıştır. Tedavi görmüş olanların üçte ikisi akciğer, mide, karaciğer, bağırsak kanserleri ve lösemiden yaşamını yitirmiştir. Nagasaki’de ise yaşamını kanser nedeniyle kaybedenler toplam tedavi görenlerin yarısından fazladır. Bombalar atıldığı zaman doğmamış olanlar dahi 50-60 yaşlarına geldiklerinde kanserle tanışır.

      Atılan bombanın tetiklemesiyle yağan “kara yağmur“un bombanın düştüğü noktadan doğu-batı yönünde 15 kilometrelik ve kuzey-güney yönünde ise 29 kilometrelik alanda etkili olduğu tespit edilir ve bu alanda yaşayanlar atom bombası (nükleer bomba) kurbanı kabul edilerek tedavileri devlet tarafından üstlenilir. Ne var ki “kara yağmur” daha geniş bir bölgede etkisini göstermiş radyoaktivite besin zincirine de karışmış olduğu için binlerce insan akut radyasyona bağlı hastalıklardan(long term radiation disease) muzdariptir.

      Yukarıda özetlemeye çalıştığım gelişmelerin akabinde radyoaktif etki altında kaldığı tayin edilen bölgenin dışından da “kara yağmura” maruz kaldığı için ömrünü hastalıklarla boğuşarak geçirmiş olan 70-90 yaş aralığındaki 84 Japonya yurttaşı tedavi masraflarının devlet tarafından üstlenilmesi için Hiroşima Bölge Mahkemesi‘ne dava açmıştı. Dava 30 Temmuz 2020 tarihinde 84 kişinin lehine ve onların diğer nükleer bomba kurbanı kabul edilenlere sağlanan sağlık hizmetlerinden yararlanabilmelerine imkan veren şekilde sonuçlandı. Üstelik su ve toprağın radyoaktif kirliliğe uğramasından mütevellit radyoaktivitenin besin zincirine karışarak kansere yol açtığının kabul edilmesi, dünya genelinde”sağlıklı yaşam hakkının tesisi” açısından önemli bir kazanım.

      Ne var ki bu kazanım Japonya’da hükümetin “yeterli bilimsel kanıt olmadığı“gerekçesine dayandırmasıyla 12 Ağustos 2020 gününde temyiz edildi. Temyizin sonucu henüz belli olmasa da bu başvurunun hükümet tarafından yapılmış olması fazla ümitli olunamayacağının ispatıyken reddi ise dünya çapında yankısı duyulacak bir devrim anlamına gelebilir.

      ‘Arkadaş Operasyonu’ mağduru askerler

      Bir diğer örneğimiz ise Fukuşima Nükleer Felaketi meydana geldiği zaman Okinawa açıklarında seyir halindeyken rotayı Fukuşima’ya çevirip tesise 90-160 kilometre mesafeden tasfiye işlerine destek olan Ronald Reagan Donanma Gemisi mürettebatının mağduriyetine dayanıyorFukuşima Nükleer Santrali‘nin işletmecisi Tokyo Elektrik Şirketi (TEPCO) tarafından radyoaktif yayılım olduğuna dair bir uyarı yapılmadığı için Arkadaş Operasyonu (Operation Tomodachi) adı altında acil durum desteği veren 5000 kişilik mürettabatın yaklaşık yarısında 1 yıl içinde körlük, tiroit kanseri, testis kanseri, lösemi, beyin tümörü gibi hastalıklar  görülmeye başlanır.Sağlıkları kanser ve çeşitli hastalıklara yakalanarak bozulan 80 asker TEPCO yönetimine ve reaktör üreticisi olan General Electric (GE) şirketlerine karşı 2012 yılında dava açar ve davaların takibinin ABD mahkemelerinde görülebilmesi mümkün olur.

      Ne var ki bu dava da hüsranla sonuçlandı. Zira 2020 yılının Mayıs ayında mahkemenin ABD Ronald Reagan Gemisi mürettebatının misyonunun TEPCO’dan bir uyarı gelmiş dahi olsa tasfiye işlerine müdahil olacağı yönünde karar vermesiyle tazminat talepleri reddedildi. Mahkemenin açıkladığı bir diğer gerekçe de Ronald Reagan gemisinin iki reaktörlü bir nükleer donanma olması nedeniyle personelin radyoaktivite izleme programı kapsamında mütemadiyen izlendiği, fakat sınır dozları aşılmadığı için hastalıklarının nedeninin Fukuşima Nükleer Felaketi ile ilişkilendirilemeyeceği oldu.

      Resmi olarak 1942’de başlatılan Manhattan Projesi kapsamında nükleer savaş teknolojisinin geliştirilmesi için gerçekleştirilen o ilk denemede patlamanın şiddetini “Ben şimdi ölüm oldum” şeklinde yorumlayan fizikçi Robert Oppenheimer‘ın bu sözünü ödünç alıp o yıkıcılığın bir de radyoaktif kalıcılığa haiz olduğunun altını çizersek, ölüm “kara yağmur”la her yerde… Ne hukuk ne kanunlar yurttaşların mağduriyetlerini kabul ederken dili olmayan, bizim kurduğumuz dünyada yaşamak zorunda bırakılan diğer canlıların haklarından bahsedemiyorum bile…

      Bugüne kadar atmosferde, yer altında ve denizaltında yapılan 2 bin küsur nükleer testin dünya üzerinde yarattığı yıkıcılığı bir de 1970’leri müteakip felaketin enerji versiyonunun takip etmesi ise hukukun kifayetsiz kaldığı ortamda Fukuşima vakasındaki gibi mağdurların sayısını arttırıyor. Bugün dünya genelinde 400 civarında reaktörün operasyon halinde olduğu gerçeğine Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Türkiye‘nin nükleerleşme yarışına sokulduğunu da eklersek hukukun koruma kabiliyetinin dışında kalan bu alanda durumumuz “kara yağmur”un altında şemsiyesiz kalmaktan farksız değil midir?

      Çok açık ki, nükleer süreçlerle ilgili olarak ortaya çıkan mağduriyetlerin bildiğimiz hukuk sistemi içinde çözümlenmesi hala mümkün değildir. Mağduriyetlerin sistemin kurucuları tarafından görülmek istenmemesinden, yok sayılmasından ayrı, tespit ve tayinlerine ilişkin yöntem ve yaklaşımların da hatalı ve eksik olduğu kabul edilerek yenilenmesi gerekir. Tabii, nükleer silah ve santrallerden vazgeçilmesi dünya için en hayırlısı olacaktır! Ülkemizde Mersin’e ve Sinop’a nükleer santraller kurulmaya çalışılırken tüm yurttaşların bu alandaki mağduriyetlerin giderilmesinde hukukun dünya genelinde işlemediği gibi Türkiye’de de işlemeyeceğini, kendilerinin de hukukun labirentlerinde kaybolacaklarını öngörmesi ve nükleer projelere itiraz etmesi gerekir.

      (Nükleer santral ve nükleer silahlarla ilgili süreçlerin başlangıcı anlamına gelen uranyumun yerin altından çıkarılmasından nükleer atıklara kadar geniş bir yelpazede radyoaktif mağduriyetlerin yaşanmasına, yani hibakuşa olunmasına tarih boyunca yol açmış olaylardan bir kısmı nukleersiz.org web sitemizde görülebilir. Üç yıl önce “Hibakuşalar Olmasın!” adı altında sırasıyla Mersin, Sinop , Samsun İstanbul ve Kırklareli’nde gerçekleştirilen birer sunumun ardından açılarak birer hafta ziyaretçileriyle buluşmuş olan sergiyi yenilenen web sitemizde ziyaret edebilirsiniz.)

      (Bu yazı Sivil sayfalar’da da yayımlanmıştır.)

      *Hibakuşa: Bu terim ilk olarak Hiroşima ve Nagasaki’ye atom bombası atıldıktan sonra maruz kaldıkları radyasyonla yaşamlarına devam edenleri ifade eder. 

      [COP 28] Nükleer enerjinin COP kararına girmesinin arka planı

        Küresel ısınmanın önlenmesi için ilki 1995 yılında gerçekleştirilen  COP  toplantılarının 28’incisine fosil yakıtlardan çıkışa dair somut ...