30 Haziran 2019 Pazar

Çernobil dizisi, neden şimdi?

Dünya genelinde nükleer santrallerin tehlikelerine ilişkin kamusal farkındalık sağladığı düşünülen Çernobil Nükleer Felaketi’nin faturasının SSCB’ye kesilmeye çalışılması komunist rejime eleştiri, bir kara propaganda şeklinde algılansa da bu dizinin temel amacı “Çernobil”in nedenlerini yapıbozuma uğratmak suretiyle nükleer santralleri ve bugünkü nükleer endüstriyi aklamak olabilir.
Türkiye’de ve dünyada izlenme rekorları kıran Çernobil dizisini biraz topluma neyin nüfuz ettiğini anlamak biraz da bu filmin yapılma nedenlerini değerlendirmek ve tarafıma yöneltilen soruları cevaplayabilmek amacıyla izledim. Bu zaman zarfında film üzerine yürütülen tartışma ve değerlendirmelere bigane kalamadım. Açıkçası temel tartışmanın, bir nükleer felaketin başlamasıyla siyasi iktidarın nasıl önlemler aldığı, işçilerine nasıl muamele yaptığı, siyasi iktidarın hangi hususlara önem verdiğini gösterme becerisi olduğunu teslim etme iç görüsünden uzak Sovyet Rusya(SSCB)’nın siyasi sistem eleştirisine odaklanmış olması da izleme arzumu arttırdı. Belki de bu nedenle birazdan okuyacağınız filmin ve bazı eleştirilerin eleştirisi sayılabilecek bu yazı, meselenin bir başka boyutunu göstermeye çalışacak. Bununla birlikte filmin senaristi ve yapımcısı olan Craig Mazin‘in verdiği röportajlarda bu filmin nükleer karşıtı bir misyon taşımadığının altını çizmesi, tüm olan bitenden yanlış reaktör dizaynını ve Sovyet Rusya dönemiyle sınırladığı gizlilik politikasını sorumlu tutması bir de filmin yıllar önce izlediğim BBC’nin Çernobil belgeseline çok benzemesi bu yazının ortaya çıkış nedenlerinden.
Kuşkusuz Çernobil Nükleer Felaketi dünya kamuoyu nezdinde nükleer santrallerin riskleri üzerine farkındalık yaratması açısından önemli bir etkiye sahiptir. 33 yıl içinde Avrupa’da yaklaşık 8 milyon insanın kanser ve türevi hastalıkların mağduru haline gelmiş olması, radyoaktif olarak kirlenmiş bölgelerde tarım, ormancılık ve balıkçılık faaliyetlerinin sağlıklı bir şekilde yapılmasının yüzlerce yıl mümkün olmaması büyük bir kayıptır. Dahası, 2016 yılında yayımlanan bilimsel bir araştırmanın gelecek 50 yıl içinde Çernobil kaynaklı 40 bin yeni kanser vakasının olacağına dikkat çekmesi Çernobil’in daha on belki de yüzlerce yıl aramızda olacağını göstermektedir ki bu sayıya Türkiye’deki potansiyelin de dahil olması muhtemeldir . Dahil olabilir diyorum, zira Türkiye’de Çernobil sonrası artan kanser vakalarını ortaya çıkaracak bir araştırma devlet kurumları eliyle yapılmamıştır, hatta kanser hastalarının hangi bölgelerde yoğunlaştığı bile tespit edilememektedir. Çernobil’in sağlık etkisi üzerine Türkiye’de yapılmış tek araştırma olan Türk Tabipleri Birliği (TTB)’nin 2006 tarihli raporunda da kanser vakalarına yönelik tedavilerin vakaların oluştuğu bölgede değil başka bölgelerde yapılması nedeniyle kayıt altına alınmasındaki güçlüklerin altı çizilmektedir. Diğer taraftan Türkiye’de Çernobil ile ilgili gerçeklerin nasıl örtbas edildiği, radyasyonlu fındığın , çayın geçim güçlüğü içinde sürekli zamlarla enfalasyonla mücadele halkın tüketimine nasıl sokulduğu çokça yazılmış tartışılmıştır. İşte tam da bu noktada sizi Çernobil Nükleer Felaketine dair gerçeklerin sadece Ukrayna’da, Türkiye’de değil tüm dünyada neden ve nasıl örtbas edildiğini düşünmeye davet ediyorum. Zira meydana gelen kanser vakalarından radyasyonun atmosfere yayılmasının müsebbibi Sovyet Rusya bile olsa, yayılan radyasyondan halklarını korumayan bilakis onları radyasyona maruz bırakan siyasi iktidarlar da sorumludur.
Esasen nükleer santrallerin insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerinin örtbas edilmesine ilk olarak Amerika Birleşik Devletleri(ABD) yönetiminin Hiroşima‘ya atom bombasını attıktan sonra kanser ve türevi hastalıklara maruz kalarak yaşayan insanların kayıtlarını saklamasında bilim insanları ve yetkili kurumlarla hatta hastaların kendileriyle dahi paylaşmamasında rastlamaktayız. ABD yönetiminin bu uygulaması 1959 yılında dünya çapında üst kurum olanUluslararası Atom Enerjisi Ajansı‘nın (UAEA) nükleere ilişkin sağlık kayıtlarının takibini yapmayı üstlenmek üzere yine devletler üstü bir kurum olan Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ile anlaşma yapmasıyla  resmiyet de kazanmıştır.
Nihayet Çernobil Nükleer Felaketi’nden 25 yıl sonra meydana gelen Fukuşima Nükleer Felaketi ile radyoaktivitenin insan sağlığı ve çevre üzerindeki etkilerinin nasıl örtbas edildiği bu kez Japonya‘da yaşananlarla görülmüştür. Bu iddiam bilhassa Fukuşima’dan tahliye edilen insanların yıllık radyasyon sınır dozu olması gerekenin 20 kat üstünde olan yerlerde sürekli yaşamaya davet edilmesine, buralarda evlerini yeniden kurmaları için geri dönmelerinin salık verilmesine hatta tazminatları kesildiği için buna zorlanmalarına dayanmaktadır.  Bununla birlikte on milyonlarca insanın Tokyo 2020 Olimpiyatları‘nı izlemek için davet edilmesi, top oyunlarının Fukuşima’da yapılacak olması, Fukuşima sonrası kanser vakalarındaki artışların gerek Japonya’daki hükümet gerekse Olimpiyat oyunlarına destek veren dünya hükümetleriyle şirketler nezdinde önemsenmediğini, dahası yok sayıldığını göstermektedir. Fukuşima’da yaşananlara dair bu senenin güncellemesini şu yazımızdan okuyabilirsiniz. 
Neden şimdi?
Nükleer gerçekliklerin yukarıda anlattığım ölçüde yok sayıldığı bir ortamda Çernobil dizisi üzerinden dünyanın en büyük nükleer felaketinin yegane müsebbibinin Sovyet Rusya ilan edilmesi dünya genelinde nükleer santrallerin riskleri hakkındaki imajın değiştirilmek istendiğini göstermektedir. Öyle anlaşılıyor ki Çernobil hafızası yaşlanırken arkada nükleer karşıtlarının nükleer risklere dikkat çekmek amacıyla başvurduğu Çernobil Nükleer Felaketi, yeni nesillere bugün var olmayan bir devlet sistemine bağlantılandırılmak suretiyle, Sovyet Rusya ürünü olarak tanıtılabildiği ölçüde nükleer santrallere karşı direnç kırılabilecek ve kimilerine göre nükleer santrallerin aklanması sağlanabilecek. Zira içinde bulunduğumuz dönemde Fukuşima Nükleer Felaketinin ardından Avrupa’da nükleer santrallerden çıkışlar olduğunu duysak da nükleer santraller karbonsuz teknolojiler olarak tanıtılmaktadır. Buna benzer bir çabayı nükleer endüstrinin iklim krizinden çıkılması için dünya hükümetlerine çağrı yapan Greta’ya “Greta go Nuclearia/ Nükleere geç!“atfında da görebiliriz.
(Yeşil Gazete)

24 Haziran 2019 Pazartesi

“Mare Nostrum” Bizim Denizimiz

Akdeniz, aslında “Mare Nostrum’dur: Bizim Denizimiz”. Romalılar’ın tümüyle Akdeniz’e hakim olduğu Milattan öncesine uzanan deyişiyle bugün , Ege, Adriyatik gibi 13 ayrı alt denizi içeren, Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının ortasında yer alan, 23 ülkenin denizinden aynı zamanda nimetlerinden birlikte faydalandığı bir havzadır Akdeniz. Akkuyu NGS ise o havzada bir tehdit!
2015 yılında Yunanistan’da Çipras ve mensubu olduğu siyasi parti Syriza’nın hükümet koalisyonunuoluşturacağı günlerde yaygınlaşan “Ege Denizi balıklarındır” deyişini hatırlarsınız. Esasen 1996 yılında Türkiye ve Yunanistan arasında başlayan Kardak Krizi zamanında Ege Denizi’nin sahipliği üzerine sol görüşün hakim olduğu çevrelerce benimsenen bu denklemi pek tabi ki Akdeniz, Karadeniz ve dünyanın bütün denizleri için kurmak mümkün. Zira türler arasında bir hiyerarşi yaratmadan meseleye yaşamsal aciliyet açısından bakabilirsek o denizin içinde yaşayan canlıların, kıyısında yaşayan bizlere göre daha fazla söz sahibi olması bir haktır. Bununla birlikte kıyıdakiler de tek başına değil…Referansını Romalılar’dan alan deyişle Akdeniz, aslında daha çok Mare Nostrum’dur: “Bizim Denizimiz”. Romalılar’ın tümüyle Akdeniz’e hakim olduğu Milattan öncesine uzanan deyişiyle bugün Ege, Adriyatik gibi 13 ayrı alt denizi içeren, Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının ortasında yer alan, 23 ülkenin denizinden, aynı zamanda nimetlerinden birlikte faydalandığı bir havzadır Akdeniz. Akkuyu NGS ise o havzada bir tehdit!
Küresel politikalar karşısında yereli yeniden düşünmek
1960’lardan itibaren belirginleşen savaş karşıtı, hak ve kimlik temelli toplumsal hareketlerle ayı zamanda ortaya çıkan çevre hareketleri içinde “küresel düşün, yerel eyle” sloganı dikkat çeker.1900’lerin başında şehir planlamacısı İskoç asıllı Patrick Geddes’e ait olduğu düşünülen bu söz,1969’dan itibaren gezegenin selameti adına kirliliğe karşı önlem alınması, geri dönüşüm, yeniden kullanım gibi yöntemlerle kendini göstermiştir. 1990’lardan itibaren ise küresel iklim krizi, nükleer felaketler gibi sınır aşan etkiler karşısında bu ifadenin adeta ters yüz edildiğini görürüz ki Dünya Sosyal Forumu, İklim Forumu gibi küresel etkinlikler de bu düşüncenin ürünüdür. Neticede gezegen üzerinde küresel bir maruziyet yaşanmasının nedeni küresel politikalar güderek faaliyet gösteren şirketlerle Dünya Bankası, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) gibi ulusüstü kurumlar eliyle gezegenin mağduriyet yaşaması karşısında mücadelenin stratejisinin, dilinin duruma göre yerelden küresele uyarlanması gerekmiştir. Ancak geniş veçheli dayanışma ağları içinden ilerlemek her zaman hızlı işleyen bir yol olmayabilir. Biraz da bu nedenle bu yazının amacı, “yerel düşün küresel eyle” bağlamını değişen şartlara göre yereli yeniden konumlandırarak düşünmek olacak.
8 yıl önce meydana gelen Çernobil’den sonra Dünyanın ikinci büyük nükleer felaketini düşünelim. Şüphesiz, Fukuşima Nükleer Felaketi, Çernobil Felaketi’ne dair unutulmaya yüz tutan gerçekleri dünya kamuoyuna hatırlattı. Dahası, nükleer santralleri gelişen iletişim teknolojilerinin yardımıyla önemli bir tartışma konusu haline getirdi. Yine son dönemde dünya çapında izleme rekorları kıran Çernobil dizisinin nükleer santrallerle ilgili farkındalığı tekrar yükseltti ve potansiyel nükleer felaketlere karşı daha proaktif olunması gerektiği yeterince anlaşıldı. Lakin bir gerçek var ki bugün dünya genelinde faaliyet halindeki 417 reaktörün her biri küresel felakete gebe ve bunların atıkları ve kullanılan yakıtın yerin altından çıkarılması, işlenmesi, sevkiyat süreçleri dahil çok boyutlu riskleri de cabası. Gerek bu santrallerden gerekse ilgili tüm proseslerinden kurtulmak için dünya genelinde bir çok ülkede nükleer karşıtı hareket var ancak küresel faaliyetlerin organizasyonundan tutun da kültürel farklılıklara kadar stratejilerin hedeflere dönüşmesini sağlayacak mekanizmaların hızını kesen faktör çok.
Bölgesel dayanışma köprüden önce son çıkış
Meseleye Türkiye’deki Akkuyu Nükleer Güç Santrali (NGS) açısından bakacak olursak bu santral salt nükleer karşıtlarına göre değil, nükleer endüstriye göre de sorunlu. Nitekim “Böyle dostun varsa düşman gerekmez” dedirtecek kadar açıkları, yetersizlikleri olan bu proje, nükleer santrallerin kurulması ve yaygınlaşması için çalışan UAEA tarafından 2015’te bir çok eleştiri almış ancak bu eleştiriler dikkate alınmamıştı. Akkuyu Nükleer Santrali kurulur da enerji üretimine başlanırsa yaşanacak sorunlar yağmurdan, soluduğumuz havadan korkmamıza yol açacak kadar içimizde olacak. Zira Akkuyu NGS yer lisansı 1976’da alınmış bir proje olarak daha yer seçimi ile ilgili dahi bir çok sorun barındırıyor. Son dönemde yayılan çatlak haberleri bu endişelerimizin yersiz olmadığını yeterince gösterdi ki Fukuşima Nükleer Felaketi’nden sonra nükleer santrallerin yerleri yeni teknolojilerle ölçüldüğünde yani yeni zemin etütleri yapıldığında başka fay hatları tespit edilmiştir. Nitekim Akkuyu NGS sahası üzerinde bilim insanlarının yaptığı araştırmalara göre 1992 yılında yapılan ölçümlerde tespit edilen irili ufaklı fay hattı sayısı da 152’den 320yçıkmıştır. Tüm bunları birlikte düşünürsek Akkuyu sahası üzerinde bugünün teknolojisiyle tespit edilebilecek fay hattı sayısının daha fazla olacağı muhtemeldir. Dolayısıyla yer bilimci Prof. Dr. Haluk Eyidoğan’ın önerdiği gibi Akkuyu sahasındaki 300 kilometrekarelik alan yeniden incelenmelidir. En büyük sorun, bu ihtimalin siyasi iktidarlar tarafından göz ardı edilmesi, soru işaretlerinin giderilmemesi, gerçekleri işitmesi gereken tarafların bilakis çıkan sesi bastırmaya çalışması, nihayetinde sorunun teknik niteliğinin ötesinde bir yerde demokrasi çıkmazına saplanmasıdır.
Zira 2015 yılında Çevre Etki Değerlendirme(ÇED) belgesinin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından verilmesini izleyen süreçte benim de hemen her aşamasını kaleme aldığım olaylar, davalar silsilesinde o çıkmaz yolun bütün kıvrımlarıyla tanıştık. Dolayısıyla aslında, AkkuyuNGS sahasında zeminin çatlaması ve bu bilginin Türkiye’deki yetkili kurumlardan değil Rus medyasından sızan haberlerle bize ulaşmış olması, geçmiş ve gelecekteki tüm çatlaklara dair malumun ilamıydı. Bu bağlamda sistemdeki çatlaklar karşısında sağlam kalmanın yolu yeni zenginlikler bulmaktan geçebilir. Nihayetinde bizimle aynı zararı görecek fakat siyasi olarak demokratik haklara sahip daha şanslı toplumların seslerini hükümetlerine duyurma ihtimali varsa neden dayanışma yolu seçilmesin?
Bizim denizimiz
31Mayıs- 3 Haziran 2019 tarihlerinde Nükleer fizikçi Prof. Dr Hayrettin Kılıç ile birlikte katıldığımız Madrid’de gerçekleştirilen Dünya Nükleer Karşıtı Sosyal Forumu/World Antinuclear Social Forum(AWSF) yukarıda bahsettiğim çerçevede Akdeniz’deki komşularımızın Akkuyu NGS Projesi’ne dair duyması gerekenleri paylaşmak için detaylarınışurada okuyabileceğiniz değerli bir imkandı. Aarhus ve Espoo gibi anlaşmaları imzalamayarak komşularını sınır aşan kirlilik ve risklere maruz bırakabilecek faaliyetleriyle ilgili olarak bilgilendirmeyen Türkiye, tüm Akdeniz’i tehdit ederken komşuları bilgilendirme işi de farklı bir yoldan bize düşüyor. Daha açık söylersem Akkuyu NGS ÇED’inin iptal edilmesi için açılan davaların reddi, davaların gerekçelerini ortadan kaldırmadığı gibi meydana gelecek felakete giden yoldaki taşların nasıl döşendiğinin bilinmesi komşular açısından da bir hak. Bununla birlikte kamuoyu baskısınınTürkiye’de işlemediği gibi yeni kurulan Nükleer Düzenleme Kurumu (NDK)’nun “düzenleme” fonksiyonunu devreye sokmadığının bilinmesi de gerekli. Ne de olsa Akkuyu’nun idari yönetimi Gaziemir’deki nükleer atıklara karşı hiç bir önlem almayan NDK’da olacak. İşte tam bu noktadaTürkiye’de çevre mücadelesi verenlerin Akdeniz’e kıyısı olan diğer 22 ülkedeki yurttaşlarla dayanışmak için tarihsel köklerinden gelen gücünü hatırlamasında fayda olabilir. Ortak bir coğrafyayı ve kültürü paylaşan toplumların sahip oldukları doğa ve doğal varlıklarını bölgesel olarak savunması daha mümkün olabilir ki bu yaklaşım küresel mücadelenin de önünü açabilir. Çünkü o, Mare Nostrum…Bizim Denizimiz!
14 Haziran Cuma günü 19:00 ‘da Mare Nostrum’un Mersin’inde, Kültürhane’deki Çitta Ekoloji Sohbetleri kapsamında nükleer, Akkuyu, iklim krizi ve Fukuşima’da yaşananları anlatacağım. Bu kez Mersin’de buluşmak dileğiyle.
(Yeşil Gazete)

6 Haziran 2019 Perşembe

Dünya Nükleer Karşıtı Sosyal Forumu Madrid’de toplandı

Madrid’te gerçekleştirilen Dünya Nükleer Karşıtı Sosyal Forumu, nükleersiz bir dünyanın kurulması amacıyla faaliyet gösteren sivil toplum örgütleri, sendika ve meslek örgütlerinden temsilcileri, araştırmacıları, bilim insanlarını ve aktivistleri bir araya getirdi.

Dünya Nükleer Karşıtı Sosyal Forumu (Antinuclear World Social Forum – AWSF), bu yıl İspanya’nın başkenti Madrid’te gerçekleştirildi. 2011 yılında Fukuşima Nükleer Felaketi’nin ardından nükleer risklerin bertarafı için dünya çapında bir mücadele yürütülmesi amacıyla dayanışma sağlamak üzere ilki 2016 yılında Tokyo’da yapılan Forum, izleyen yıllarda da Kanada ve Fransa gibi nükleer endüstrinin fazlasıyla etkin olduğu ülkelerde gerçekleştirilmişti.
Başlangıçta Dünya Sosyal Forumu (World Social Forum -WSF) bünyesinde yapılırken son iki senedir nükleer temanın yoğunluğu  nedeniyle ayrıca toplanan Nükleer Karşıtı Sosyal Forum; Arjantin, Portekiz, Brezilya, Fransa, Türkiye, Meksika ve İspanya’dan 30 konuşmacıyı bir araya getirdi. 31 Mayıs günü Türkiye’den katılımcıların da yer aldığı bir basın toplantısıyla açılan Forum, 3 Haziran Pazar günü kent meydanında yapılan gösteri ve topluluk konuşmalarıyla tamamlandı. Nükleersiz bir dünyanın kurulması amacıyla faaliyet gösteren sivil toplum örgütleri, sendika ve meslek örgütlerinden temsilcileri, araştırmacıları, bilim insanlarını, çeşitli mesleklerden aktivistleri bir araya getiren forumda bilgi ve deneyim paylaşımında bulunuldu, yeni iş birlikleri kuruldu. Özellikle Akdeniz Havzası gibi yakın coğrafyayı paylaşanlar arasında stratejik dayanışma mesajları iletildi.



İspanya’da çevre mücadelesi yolunda geçmiş 40 yıl içinde öldürülen Gladys del Estal, Ladislao Martinez, Antonio Lucena, Mario Gavira nezdinde yaşamını yitiren aktivistlerin anılmasıyla başlayan program kapsamında; uranyum madenlerinin, nükleer santrallerin ve atıkların çevre ve insan sağlığına verdiği zararın farklı ülkelerdeki boyutlarının ele alındığı sunumlar yapıldı. Türkiye’den nükleer fizikçi Prof. Dr Hayrettin Kılıç (Green Think Tank of the Foundation Turunch) ile Pınar Demircan’ın (Nükleersiz.org) katıldığı forumda,  Akkuyu’daki reaktör inşaatının temelindeki çatlaklar, Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu gerçeği ile birlikte toplantı gündeminde önemli yer tuttu. Akdeniz havzasının ve gezegenin risklerden korunması için Akkuyu Nükleer Santral Projesi’nin ivedilikle durdurulmasının salt Türkiye’deki yurttaşlar değil tüm dünya için önemli olduğu paylaşıldı. Türkiye’den katılımcılar ülkenin jeopolitik konumu gereği nükleer programının nükleer silahlanma açısından hassasiyet taşıdığına da dikkat çekti.


Hedef odaklı yaklaşımlarla bölgesel işbirliği 
Akkuyu Nükleer Santrali’nde meydana gelebilecek bir felaketin etkisi bağlamında Sosyal Forum’un en önemli çıktılarından biri, bölgesel dayanışma olurken bölgesel nükleersizleşmenin önemi ve komşu ülkelerdeki nükleer felaketlerin siyasi sınırları aşarak çevresini nasıl olumsuz etkileyeceği vurgulandı. Forumda bilgi ve küresel aktivizm açısından deneyim paylaşımının yanı sıra uluslararası bilgi alışverişinin önemine dikkat çekildi.Yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımına dair farklı ülke perspektiflerinin paylaşıldığı forumda, iklim krizi şartlarında nükleer enerjinin temiz enerji olarak lanse edilmesine karşılık iklim değişikliğine bir çözüm olmadığının anlatılmasına ve hükümetlerin nükleer enerji kullanımını sonlandırmasına yönelik girişimlerde bulunulması kararlaştırıldı. Gerek nükleer santrallerin gerekse uranyum madenlerinin on binlerce yıl problem olmaya devam edecek olan atıklarıyla gelecek nesillerin yaşamından çaldığı, nükleer santrallerin yapımına devam edilmesinin yenilenebilir enerji kullanımı üzerinde engel oluşturduğu ve nükleer santrallerin bir an önce kapatılması gerektiğinin altı çizildi.
Forumda nükleerin ticari kullanımı ve silahlanma boyutunu ele alan bir sunum yapan Prof. Dr. Kılıç etkinliği  Güney Amerika, Avrupa ve Türkiye’yi buluşturan bu etkinliği değerli bir  bilgi alışverişi zemini olarak yorumladı. Özellikle nükleer atık konusunda farklı bölgelerde benzer sorunların yaşanmasının ortak çözümlere muhtaç olduğunun altını çizen Kılıç, farklı  meslek gruplarından uzmanların bir araya gelmesini farklı bakış açılarının buluşmasını sağladığını belirtti.  Daha önce Tokyo ve Paris’te yapılan forumlara da katılmış olan ve izlenimlerini yine gazetemizdeki yazılarında bulabileceğiniz Nükleer konulu içerikler editörü Demircan ise forumda Türkiye’deki nükleer santral planlarını ekonomik, sosyal, çevresel boyutlarıyla ele alan bir sunum yaptı. Demircan’ın etkinliğe dair yorumu  ise Akkuyu Nükleer Santrali ile ilgili gelişmeler açısından özellikle Akdeniz’in nükleer kirlilik ve kaza riskine karşı  korunması için komşularla  bilgi paylaşımına yönelik önemli bir fırsat şeklinde oldu. Nükleer karşıtı mücadelede hedef odaklı yaklaşımlarla bölgesel işbirliklerinin daha hızlı ve kolay kurulabileceğini söyleyen Demircan,  ortak bir coğrafyayı paylaşan benzer kültüre sahip toplumların ortak değerlerle hareket etmesinin daha kolay olacağını bunun küresel mücadelenin de önünü açabileceğine inandıklarını ifade etti.
Forumun gerçekleştirildiği İspanya’da 7 reaktör operasyonda ve ortalama ömür süresi 40 olan santraller yaklaşık 35 yaşında. Ancak bunların üçü modelleri gereği bir kaç yıl içinde ömürlerini doldurmuş olacak. Bu üç reaktör söküm sürecindeyken dört reaktör de 8 yıl içinde, 40 yaşını geçerek ömrünü tamamlayacak. Nükleer santraller İspanya’da tüketilen elektriğin %20’sini karşılıyor, buna rağmen hükümet 2035 itibariyle nükleer enerji kullanımından çıkılacağını duyurdu.  Zira hükümetin iklim değişikliğine cevap olarak aldığı aksiyon gereği, sera gazı salımını 2030 sonuna kadar %4 düşürerek 1990’daki seviyelere getirmesi gerekiyor. Bu hedefler gerçekleştirilebilirse İspanya 2050’de iklim dostu bir ekonomiye de sahip olacak.



(Yeşil Gazete)

06.06.2019


[COP 28] Nükleer enerjinin COP kararına girmesinin arka planı

  Küresel ısınmanın önlenmesi için ilki 1995 yılında gerçekleştirilen  COP  toplantılarının 28’incisine fosil yakıtlardan çıkışa dair somut ...