12 Temmuz 2017 Çarşamba

Profesör ve Hizmetçi – Yoko Ogawa

Burada ne adınızın ne soyadınızın önemi var, siz sadece rakamlardan ibaretsiniz, aşağıdaki soruları cevaplayın yeter .
“Ayakkabı numaran kaç?”
“Kaç kilo doğdun?”
“Boyun kaç?
“Doğum tarihin nedir?
Profesör ve Hizmetçi : Japonca orijinal adının tam Türkçe karşılığı ile Profesörün Aşık Olduğu  Matematik Formülü. Türkiye’de ilk defa Pegasus Yayınevi aracılığıyla orijinal dilinden çeviriyle okurlarıyla buluşuyor. Böylece yazarın İngilizce ve Fransızca dillerine yapılmış çevirileri arasına Türkçe çevirisi de eklenmiş oldu. Eser Japonya’da sinemaya da uyarlanmıştır.




Roman, geçirdiği trafik kazası sebebiyle günlük hayatında 80 dakikada bir bellek kaybına uğrayan profesör, ona yardımcı olmak için işe alınan tek çocuklu yalnız bir kadın ve çocuğunun arasında şekilleniyor.  Üniversitede çalıştığı yıllarda başarılı bir matematik bilim insanı olan profesör, 1975 yılında bir trafik kazası geçirmiş ve bellek kaybına uğramıştır. Yardımcıya ihtiyaç duyduğu bir hayata başlamışken göreve gelenler birbiri ardına işi bırakmaktadır. Bunda şüphesiz profesörün rolü büyüktür  çünkü ya alınan yardımcıları bir sonraki gelişlerinde tanımaz ya da onları ayakkabı numaralarıyla telefon numaralarından tanımaya çalıştığı için korkutup kaçırtır. Oysa kafasının içinde adeta “80 dakikalık film kaydı” bulunan profesör başkalarına garip gelse de insanlarla sadece matematik üzerinden bağ kurabilmektedir.

Profesörün “unutma” merkezli hayatında kıyafeti  üzerine iğneyle iliştirdiği not kağıtları da büyük önem taşır. Belleğinin ışığı sönünce, “Benim belleğim 80 dakikalık ” yazan notlara tutunur. Kahvaltıda ne yediğini hatırlamıyor olsa da  matematiksel denklemler sözkonusu olduğunda beyni mucizevî bir şekilde çalışmaktadır.Bu yöntemlerden korkmadan Profesöre hizmet eden, ona uyum sağlayabilen tek kişi profesörün sorularını sabırla sıkılmadan cevaplayan yeni yardımcısı olacaktır. İşe alınan yardımcının 10 yaşında rakamların sihirli dünyasıyla henüz  tanışan bir de oğlu vardır ki Profesörün  ona matematik  sevgisini aşılaması zor olmaz. Profesörün karekök çağrışımıyla “Kök” adını verdiği babasız büyüyen çocuğa ilgi ve şefkati aritmetikle harmanlayarak sunması, kendisi de babasız büyümüş olan yardımcısının kalbini kazandıracaktır.

Bir çoğumuz için korkulu rüya haline gelen matematiğin Profesörün tutunduğu yegane dal olduğunu, ondan nasıl beslendiğini, hayatla matematiğin zaten iç içe geçtiğini, sabır ve sevginin o hayatı nasıl besleyip büyüttüğünü gayet güzel anlatan roman aynı zamanda okuyucularına beyzbol  talimi yaptırıyor.


2002 yılından beri Japonca’dan Türkçe’ye çeşitli çeviriler yapıyor olsam da  Japonca’dan çevirdiğim ilk kitap olarak Yoko Ogawa’nın bu eserinin hayatımda ayrı bir yeri  vardır. Çeviri süresince matematik ve beyzbol terminolojisiyle uğraştım. Matematikteki Artin teoremi, Mersene asal sayıları, Fermat teoremi, Euler teoremi ile bu kitap sayesinde tanıştım. Üstelik bu terimleri bir de Japoncadan çözmem gerekiyordu. Diğer bir sıkıntı da yoğun çalıştığım bir dönemde bu çeviriyi zamanında teslim etmekti. Hedefe varmanın yolu  Profesöre layık, planlı bir çalışma ve  matematikten geçecekti. Kendime her gün için 3 sayfa çeviri hedefi koydum. Kitaba dair heyecanımı yitirmemek adına çevirirken okuma yoluna gittim fakat bu sefer de  kitabı daha çok okumak için çevirmeye devam etmem gerekiyordu. Sonuç olarak  çeviri boyunca satırların arkasından sürüklendiğim gece ve gündüzlerim çok olmuştur.
Evet ben kitabın çevirisini  zamanında bitirdim ama gerek ekonomik  krizler gerekse farklı yayınevlerinin farklı tutumları neticesinde kitabın sizlerle buluşması  hayli zaman aldı. Bu durumda geç olsun güç olmasın diyorum, size iyi okumalar !
Yoko Ogawa kimdir?
Aslında Türkiye Japon Yazar Yoko Ogawa’nın adını ilk kez 2005’te vizyonda olan Türkçe adı Esrarengiz Sevgili  “The Ringfinger (Yüzük Parmağı)” adlı filmin  uyarlandığı romanla duydu.  Yoko Ogawa 1962 yılında Okayama’da doğdu. Waseda Universitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezundur ama kitabı da okuyunca esas Yoko Ogawa’nın bir matematik dehası olduğunu anlayacaksınız. 1988’den beri yazmış olduğu 20’den fazla romanı 12 civarında hikayesi bulunmaktadır. Yazarın Japonya’da basılan birçok kitabı vardır bunlardan bazıları Japonca adlarının Türkçe karşılıklarıyla aşağıdaki gibidir :
Mükemmel Hastane Odası (1989), Çay Soğuk Olmayacak (1990), Hamile Takvimi (1991), Kenar Sevgisi (1991), Şeker Zamanlar(1991), Angelina(1993), Otel Iris (1996), Buz Kokusu (1998 ,bu kitap Profesör ve Hizmetçi’den hemen sonra Türkçe’ye çevirdiğim kitaptır dolayısyla o da  2008’den beri okuyucularla buluşmayı  bekliyor) , Göz Kapağı (2001) , Profesörün Aşık olduğu Formül (2003,  Türkçesi, 2014 Pegasus Yayınevi, eser Japonca olarak sinemaya da uyarlanmıştır ) , Unutulup Bulunan Masallar (2006), Küçük Kuş (2012), Onlar Her zaman Herhangi Bir Yere (2013).

Pınar Demircan 
Bu yazı ilk olarak 22.11.2014 tarihinde Yeşil Gazete'de yayınlanmıştır.

Kolektif emeğin ürünü Pamukova Burcu Evi 1 yaşına basarken…

Size ilk olarak yeryuzu-derneginde-ekokoy-heyecani/  haberimizle muştulamıştık Adapazarı’ndaki Burcu Evi’nin doğuşunu . Önümüzdeki günlerde 1 yaşını dolduracak olan alternatif yaşam alanı kuruluşundaki mantığı gelişiminde de sürdürüyor . Ben de Temmuz ayında açılan ve sizlere de saman-balyasi-ile-ekolojik-mimari-atolyesine-davetlisiniz/ haberimizle duyurduğumuz atölye sürecinde şehirdeki trafikten, gürültüden sıyrılıp yeşile kaçmak için gönüllü ırgatlığa soyunarak Burcu Evi’ni yakından tanıma fırsatı buldum. Bu yazı da bir taraftan doğanın ortasında kolektif emekle neler yapılabileceğini aktörlerden edindiğim bilgileri harmanlayarak sizlere aktarmanın bir aracısı diğer taraftan “ yaşanabilirlik ” kelimesinin anlamını dönüştürerek bunu doğallık kavramıyla birleştiren, artık her biri arkadaşım olan güzel insanlara da teşekkürün bir yolu.

 Burcu Evi Pamukova ’dan yaklaşık 7 kilometre mesafede , vardığımızda aracımızla önünden geçip gittiğimiz evler artık küçücük görünüyor. Bahçedeyiz tanışma faslı başlıyor , bir taraftan da akşam yemeği telaşı var , burnumuza nefis kokular geliyor , kulağımıza da şen kahkahalar …

1 yıl kadar önce inşaatına başlanıp 3 ayda kaba inşaatı tamamlanan ahşap, saman, kerpiç ve kum karışımıyla yapılan ev, artık gönüllüleri koynuna almış , çatı katı odaları ve eskiden evlerde “hayat” diye adlandırılan bölmesiyle yer esnekliği göstererek 10-15 kişiyi aynı anda barındırabilecek kadar  misafirperver. Tek eksiği var o da tuvalet zaten biz de “hamam” adı altında tuvalet , lavabo bölmesi inşaatı için oradayız , ertesi gün için saman balyaları dışarıda bizi bekliyor.

 Biraz soluklanıp ev ve buradaki yaşam hakkında sorular sormaya başlıyorum . “Yapılacak işleri planlarken kararları nasıl alıyorsunuz” ? Cevap “Hepimiz!” oluyor.


“Birbirimizi ikna ederek kararları alıyoruz diyor sizi birazdan tanıştıracağım Arzu . Orada bulunduğum süre içerisinde anlıyorum ki, Pamukova’daki Burcu Evi’ne geliş, sadece şehrin keşmekeşliğinden , trafiğinden gürültüsünden, suni beslenme ve yaşam biçimlerinden kaçmanın değil aynı zamanda mülkiyete ve hiyerarşiye dayalı insan ilişkilerinden kurtulma gayretinin bir neticesi. Atölye süresince 4 günde bir yaşanan sirkülasyona rağmen huzur ortamının temel dayanağı ise basit bir oryantasyonla yeni gelenlerle kalanların yatay ve etkin iletişim arayışı içinde olma becerisi.
Evin kuruluş hikayesinin aktörlerinden Emrah’ın anlattığına göre arazinin alınması ve evin inşaatı için alternatif yaşam peşindeki 17 kişi bir kooperatif kurarak bu süreci başlatmış . Pamukova’yı biraz da İstanbul’a yakın olduğu için tercih etmişler “Neticede herkesi İstanbul’a bağlayan bir iş hayatı var ” diyor bioteknoloji uzmanı Emrah Yelboğa , kendi işini kurduğu için izin almakta zorlanmadığını belirtiyor gülümseyerek. Önce  Ağaççılar köyünde bir ahşap ev kiralanmış bu süreçte de permakültür eğitimi alınmış, ardından Burcu Evi’nin inşasına başlanmış. Evin inşaatının ahşap mı kerpiç mi olması konusunda ortaklaşamayınca saman balyasında karar kılmışlar. Malzemeyi Pamukova’dan sağlayarak geçen seneki atölyede 3 aylık bir süre zarfında bugüne kadar farklı dönemlerde gelen 120 gönüllüyle birlikte inşaatı büyük ölçüde tamamlamışlar . Aslında hedefleri bir ev ile de sınırlı değil bir alternatif yaşam köyü kurmak , zaten buraya gelip çalışan gönüllülerin buradan ayrılması kolay olmuyor her biri kendisi için bir hayali cebine koyarak dönüyor şehre.


İstanbul’da metalurji mühendisi olarak çalışan Nazan Çildoğan da buradaki yaşama gönlünü kaptıranlardan “Komşu olmayı düşünüyorum” diyor. Bu esnada köyün diğer sakinleri aklıma geliyor. “Köyde yadırgandı mı buraya yerleşmeniz? “Köylüler, İstanbullular geldi ”şeklinde yaklaşmış mevzuya , merak etmişler” İnsan neden şehir hayatını bırakıp tarlaya , toprağa gelir ki? ” Sonra samimiyeti görüp burada gerçekten bir şey yapmak isteyen insanlar olduğunu görünce yardım etmişler , fikir alışverişleri olmuş aralarında. Beni en çok sevindiren bu vesileyle köylülerin güneş paneliyle tanışması oldu mesela. Fatma Teyze baklava tepsisiyle çıkıp gelmiş bir gün. Bizim orada bulunduğumuz süreç bayrama denk geldiği için torununu kapıp bayram ziyaretine gelenlerin gönüllülerle sohbet ettiklerini de gözlemledim. Gönüllüler demişken “Her gelen bir şey kattı” diyor Emrah . Gönüllülerle kurdukları ilişkiler onları uluslararası oluşumlarla ve alternatif yaşam deneyimleri olan insanlarla tanıştırmış : sosyal medya ve iletişim ağlarının katkısı yadsınamasa da gerçek bağın alternatif yaşam dostluğundan geçtiği aşikar. Evin artık bizi ağarlayabilen halindeki giderleri ise yok denecek kadar az zira evin enerji ihtiyacını ömrünü tamamlamış 2 adet 30-35 wattlık  araba akülü ikinci el bir güneş paneli karşılıyor ki, bu panel 1 ay önce takıldığı için şanslıyız. 10-15 kişiye ait bilgisayarlar , telefonlar şarj ediliyor , küçük elektrikli aletler çalıştırılıyor, evin aydınlatması sağlanıyor. Hatta bir de evin arkasında bidon varil parçalarından yaptıkları rüzgar gülü var, yakında ondan bile enerji üretecekler. Su deseniz Evin bağlı olduğu Kadıköy de bir HES tehlikesi altında ise de şimdilik doğal kaynağından sebil kullanılıyor, içme suyu ise başka bir su kaynağından temin ediliyor. Tuvalet olarak ise hamam inşaatı tamamlanana kadar dışarıda üzerinde ağaçlandırma yapılacak olan kazılmış çukur alan üzerine kurulmuş , o da doğal.
“Doğa kendini nasıl düzenliyorsa müdahalede bulunmadan ona uyum göstermeye çalışıyoruz” diyor Arzu.

Hakikaten öyle, bir taraftan yiyecek artıklarından kompost yapıyorlar diğer taraftan Hügelkültürüne * göre su hasatı yaparak sebze yetiştiriyorlar , bu şekilde yükseltilmiş bahçelerde yetiştirdikleri organik ürünlerle beslenmenin önemine inanıyorlar. Pamukova’nın   killi , adı üstünde pamuk gibi toprağı da işlerini pek zorlaştırmıyor . Alternatif yaşamla 1,5 yıl önce tanışan Arzu Tunçok İstanbul’da milyonlarca beyaz yakalıdan biri , Burcu Evi’nde topluluk oluşturma deneyimini önemsediğini anlatıyor. Ona göre  ekoköy oluşturma fikri ile yerel topluluklarda ve yatay oluşumlarda insan daha özgür olabilir ki o da bu sebeple de Burcu Evi’nde çok mutlu olduğunu ifade ediyor.


“Peki ekoköyde sen ne yaptın ?”dediğinizi duyar gibi oluyorum. Biz Fatoş ve Emre ile bol bol kazma kürek salladık, saman balyalarının içine atılacağı kil karışım için toprak çıkardık. Bu fotoğraf da cinsiyetçi işbölümü yapılmadığının ispatı olsun.

Pınar Demircan
Bu yazı ilk olarak 03.08.2015 tarihinde Yeşil Gazete'de yayınlanmıştır.

Hiroşima’nın anısına “Dulların Köyü”nden ağıt

6 Ağustos 2015 , 70 yıl önce bugün saat 08:15’te , Amerika Birleşik Devletleri (ABD ),  saldırı amaçlı ilk atom bombasını Japonya’nın Hiroşima kentine attı . Bombanın adı Küçük Oğlan (Little Boy)’dı. Bombanın atılması için şehrin uyanması beklendi: ocaklar yanmalıydı ki “Küçük Oğlan” daha fazla yaramazlık yapabilsin  . Bombanın isminden yaratılması arzulanmış olan kıyametin büyüklüğü tahmin edilebiliyor. Nitekim izleyen günlerde bombanın etkileri Hiroşima’ya akın eden Amerikalı bilim insanı ve araştırmacılar tarafından şöyle kayıtlara geçecekti: Bombanın düştüğü yerden 3 kilometre çaplı bir daire içerisinde oluşan yüksek ısı, parlak ışık, alev rüzgarı …Hiroşima’nın nüfusu bomba atılmadan saniyeler öncesinde 340 bindi , bombanın atılmasından 10 saniye sonra ise nüfus 140 bin azaldı. Hiroşima’da yaşananlar tecrübe edenler tarafından “Bana cehennemi sorarsanız , biz o gün onu yaşadık” şeklinde tarif ediliyor . Parlak ışık aşırı sıcak insanların derilerini giysilerine yapıştırır , her birini balmumundan yapılmışçasına eritir. Bir tanık, gözünü elinde taşıyan bir adam gördüğünü söyler , insanlar bilinçsizce sadece yürüyordur . Hiroşima o an bir hortlaklar kenti gibidir.


Hiroşima’yı anlatan çizgifilmler, belgeseller bu konuda hayal gücümüzü zorlamayı gerektirmiyor . Japon Ressam ve Barış Aktivisti Ikuo Hirayama Hiroşima’ya atom bombası atıldığı zaman 6 yaşındaydı . Öğretmeni ondan sabah ilk derse gelmeyip bir depoda çalışmasını istediği için okulda değil yerin altında görece korumalı bir yerdeydi . Bomba atıldıktan sonra ne olduğunu anlamak için dışarı çıktığında her yerin yandığını gördü. Japonya’da temel mimari malzeme ahşap olduğu için şehir kağıt gibi yanıyordu . Ikuo Hirayama bombadan önce de resim yapardı , doğa resimleri , hayvan resimleri , kuş, böcek resimleri… Bomba atıldıktan sonra aylar süren ateşli hastalığını yenip ayağa kalkınca sadece çöl resimleri yapabilmekteydi…Hiroşima’dan sonra kendini barışa adadı.Kaynaklar ABD’nin atom bombasını atmak üzere 3 şehir üstünde tartıştığını , Kyoto’dan vazgeçerek Hiroşima ve Nagazaki’de karar kılındığını söyler.

Amerika Birleşik Devletleri’nin Hiroşima’ya atom bombasını atması bir “savunma” biçiminden ziyade atom bombasının etkilerini araştırmayı amaçlayan bir deneydir . Zira 4 ay öncesinde Hiroşima ve Nagazaki’deki nüfusun kaçırılmaması, şehirden uzaklaşmaması için şehrin saldırı hava sahasından çıkarılmış olmasını başka şekilde izah etmek mümkün değil . ABD 3 gün sonra , Japonya ile Pasifik’teki savaşın etmesini bahane göstererek bu kez geliştirdiği ikinci atom bombasını atar . Yeni bombanın adı Şişman Adam (Fat man)’dır , bu da “Küçük Oğlan” a göre daha yok edici bir silah geliştirildiğini gösteriyor . 9 Ağustosta bomba atılmadan önce şehirdeki 240 bin olan nüfus o yılın sonunda 80 bin azalır . Fakat bu hikayenin maalesef öncesi de var . Her üretimin nihai kullanıcıya sunulmadan önce malzeme tedariki ve pilot çalışma veya testler süreçlerini geçirdiği gibi atom bombasının saldırı amaçlı atılmasının da gerisinde uzun bir çalışma yatıyor .

 O çalışmanın adı Manhattan Projesi . Hitler’in nükleer silahlanma projesi yürüttüğü kaygılarıyla bilim insanlarının uranyum bombası yapmak için uğraş verdiği 1930’lardan bahsediyoruz. ABD Başkanı Truman’ın önderliğinde başlatılan çalışmada “Şişman Adam” için yapılması gereken test Los Alamos’ta New Meksiko Çölünde gerçekleştirilir. Tularosa köyü Trinity adındaki denemenin yapıldığı noktadan sadece 30 kilometre mesafededir , tarih 16 Temmuz 1945, saat sabah 05:30’dur. Köyde deprem oldu sanılır parlak ışık görenler olmuştur . Önceden uyarı almadıkları gibi sonradan da hiç bir yetkili uyarıda bulunmaz . Köydekiler bombanın atıldığı yere eskisi gibi pikniğe gitmektedir , bilmeden oradaki taşı , kumu , hatta radyoaktif atıkları toplamışlardır. Yıllar içersinde kanser vakaları, ölümler baş gösterir , her ailede acıyla tecrübe edilmektedir. Bugün Los Alamos da hükümetinden hakkını , geri getiremeyecekleri olsa da acısının tanınmasını istiyor.

Keşke bu kadarla kalsaydı . Yazı uzuyor ama sözkonusu nükleer olunca konunun dallanıp budaklanmaması mümkün değil . 17 yıl önce Hiroşima’ya Kuzey Kutbuna yakın bir noktadan , Kanada’nın kuzeyinden Deline Köyü’nde yaşayan Kanada yerlileri gelir ve atom bombası mağdurlarını ziyaret eder . Neden mi ? Atom bombasının diğer bir ifadeyle uranyum bombasının yapılmasında bilmeden katkıda bulunmuşlardır , özür dilemek isterler .

 “Biz kötü insanlar değiliz, çalıştığımız maden ocağından çıkarılan uranyumun Hiroşima’da yüzbinlerce insanı öldüreceğini bilmiyorduk” der, ağıtlar yakarlar.

Çünkü ABD’nin Hiroşima’ya attığı Uranyum bombasının ham maddesi , hatta bir de radyum, 1942-1960 yılları arasında Deline Köyü yakınındaki Great Bear Gölü kıyısındaki Eldorado’da Port Radyum maden ocağından bizzat kendileri , akrabaları ya da komşuları eliyle çıkartılmıştır. İronik olmakla beraber yatırımcılar açısından radyum kanser tedavisinde kullanıldığı için çok kıymetlidir , “altından değerli”olarak tanımlanır . 

Deline köylüleri ise ne çıkardıklarını bile bilmeden ve hiç bir güvenlik , koruyucu   ekipmanı kullandırılmadan, sırasında sırtlarında uranyum çuvalını taşımak suretiyle çalışmışlardır . Deline kabilesinden Kızılderili Sahtular arasında kanser sonucu ölümler baş göstererek Deline köyünün bütün yetişkin erkekleri ölmüş ve köyün adı “Dullar Köyü” (village of widows) olarak anılmaya başlanmıştır . Maden ocağı ancak 1982 ‘de köylülerin hükümete şikayet ve bildirimleri neticesinde etrafa daha fazla zarar vermemesi için kapatılmıştır. Belgesele de adını veren 1999 yapımı “Dulların Köyü” filmini buradan izleyebilirsiniz . https://www.youtube.com/watch?v=GSReqj1JX-c

Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombalarının atılmasının yanısıra dünyada bir çok ülke tarafından 2061 defa nükleer deneme yapıldı . 1954 yılında Barış için Atom Girişimi kapsamında nükleer santrallerin kurulmasının önü açılarak uranyum ham maddesinin çıkarılması ve kullanılması meşrulaştırıldı . Bu gün dünyada Fukuşima nükleer faciasından sonra Japonya’daki 54 nükleer santralin kapatılmasıyla şimdilik sadece 390 santral faaliyet gösterir durumda . Her ne kadar Avrupa’da sessiz sedasız bir nükleerden çıkış yaşanıyorsa da dünyada 500 000 adet atom bombası yetecek kadar uranyum işletiliyor ve kullanılıyor , dahası nükleer santrallerin atıkları da yeniden işleme tesislerinde işlenmek suretiyle atom bombasının ham maddesi haline getirilebiliyor. Savaş ekonomisinden vazgeçilmeyen dünyada bu yok edici silahlar için pazar hazırlanıyor.

Bugün Nükleer santrallerin yol açabileceği kazalardan , ham maddesinden ve atıklarından kurtulmanın tek yolu nükleer santralleri topyekün reddetmektir. Yenilenebilir enerjilerin daha ekonomik bile olduğu bir devirde eğer nükleer santrallere başvuruluyorsa tek motivasyon kaynağı enerji değil nükleer silahlanmadır.

Pınar Demircan

Bu yazı ilk olarak 06.08.2015 tarihinde Yeşil Gazete'de yayınlanmıştır. 

Hiroşima için özür dilemek= Timsah gözyaşları

Amerika Birleşik Devletleri(ABD) Atom bombasını ilk kez 71 yıl önce, 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya ve ikincisini de üç gün sonra  9 Ağustos’ta Nagasaki’ye atarak  insanlar üzerinde denedi. Ortaya çıkan yıkıcı güç şehri yakarken  toplam 200 binden fazla insanın en fazla bir kaç gün içinde ölümüne ve nesiller boyunca devam edecek radyasyon kaynaklı genetik hastalıklara yol açtı. Atom bombasının yaydığı radyasyonun mağduru olan insanlarla birlikte Japonca “Hibakuşa” terimi literatüre girdi. Hibakuşalarla evlenilmez, onlara iş verilmezdi: gün olur aniden ölüp giderler, gün olur bakıma muhtaç kalırlardı. Hem kendileri hem doğuracakları çocukları  hastalıklarla boğuşmaya mahkumlardı, korkunç görünümlü hastalığın bulaşıcı olduğundan bile korkuldu. Değil salt Hibakuşalarla, Hiroşima ve Nagasaki şehirleriyle de ilişkiler değişmişti.


 Atom bombasıyla yayılan radyasyonun etkilerinin  araştırılması için Dönemin Başkanı Truman’ın emriyle çalışmalar  başladı. Kasım 1946’da Atom Enerjisi Ajansı(AEA)’nın desteğiyle Atom Bombası Durum Komisyonu (ABCC) Hiroşima ve Nagasaki’de kuruldu. Bu çalışmalar tedavi amaçlı değil radyasyonun etkilerini anlamak üzerineydi. ABCC tarafından yürütülen en önemli çalışmalar genetik rahatsızlıklar üzerine oldu, özellikle hamile kadınlarda ve anne karnındaki bebeklerde ionize radyasyonun etkilerine odaklanıldı ve bomba ile yayılan radyasyonun çocuklarda mental hastalıklara yol açtığı tespit edildi. 1957’de Japonya hükümeti Atom bombası mağdurlarının yılda iki defa tıbbi testlere tabi tutulmasını yasalaştırdı.[1]


Radyasyonun etkilerinin tespit edilmesi için Japon evlerinin maketlerinin kurulduğu Nevada Çölü’nde nükleer test yapıldı. Bu testler aynı zamanda dahili radyasyonu da ölçen dozimetri testleriydi. Bu testlerin sonucunda göre Hibakuşalar almış olabilecekleri radyasyona göre sınıflandırıldı. Araştırmalar,  Atom bombasının atıldığı an itibariyle 2 hafta boyunca 2 kilometre içinde olanlarla yıllar boyunca onların çocukları üzerinde uygulandı. 1975 yılında ABCC genetik araştırmaları derinleştirmek üzere  Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya tarafından ortak oluşturulan Radyasyon Etkileri Araştırma Kurumu(RERF) adını aldı. Araştırmalarda radyasyon etkisine maruz kalmadığı düşünülen bir kontrol grubu kullanıldı. 1983 yılında Bremen Universitesi’nden Dr Inge Schmitz-Feuerhake‘nin RERF grupları üzerinde radyasyon kaynaklı ölüm ve hastalık oranlarını anlamak için karşılaştırmalı bir çalışma yapmasıyla  ilk kez bilimsel olarak düşük doz maruziyete uğrayanların  da önemli düzeyde kalıcı radyasyon mağduru olduğu ispatlandı.
Araştırmalara konu olan Hibakuşaların radyasyona ne ölçüde maruz kaldıklarını bilmek haklarıydı, kurumdan rapor talep edebiliyor mağduriyetler için dava  açılabiliyordu.  1990’dan sonra ise davaların kazanılmasına engel olarak    “radyasyon hastası olmaya eğilimli” kriteri getirildi, hatta kazanılan davalar bile bu gerekçe öne sürülerek  geri alındı. Dava açılsa da davanın kazanılma olasılığı yoktu. 2003 yılında ise raporların verilmesine ret cevabı alınmaya başlandı, sonuçta 17 ayrı eyalette toplam 306 dava açıldı.  2007’de ise Japon hükümeti  “hastalık eğilimi” kriterini kaldırdı ve yeni kriteri “uzaktan maruziyet ve başlangıç düzeyi”tayin etti. Bu tarihten sonra kazanılan davalar olsa da Sağlık Bakanlığının ve Çalışma Bakanlığının radyasyon maruziyetini küçümseme eğilimi başladı. [2] 
2011 yılında Fukuşima nükleer felaketi yaşandığında bu tavır kendini gösterecek, radyasyona maruziyet (yokmuş gibi!) küçümsenecekti.  Nitekim Dr Yamashita[3] adında bir bilim insanı aynı  Türkiye’de Çernobil felaketinin etkileri hissedilirken Dönemin Sağlık Bakanı Cahit Aral’ın “Biraz radyasyon iyidir” demiş olduğu gibi “olumlu düşünürseniz radyasyon size bir şey yapmaz”, “gülümserseniz radyasyondan zarar görmezsiniz” hatta “yılda 100 mSV’e kadar sorun olmaz” gibi şeklinde beyanatlarda bulunabilmişti*.
Hükümete ve hükümetin tayin ettiği şekilde davranan “bilim insanları” tarafından, mevkii ve makamlarını insan hayatından çok önmeseyenler tarafından kandırılmamak ve onlara teslim olmamak  için bugün bilim insanları ve yurttaşlar bir arada, işbirliği içinde kurulan gönüllü merkezlerde ölçümler yapmak zorunda. Diğer taraftan  Japon hükümeti bugün Fukuşima nükleer felaketinden sonra çalıştırılabilir durumda olmasına rağmen güvenlik standartlarını sağlamadığı için çoğu Nisan 2011’den beri devre dışı bulunan  43 nükleer reaktörlerden üçüncüsünü devreye alma hazırlığı içerisinde.  Dünyada ise halihazırda Japonya’daki reaktörlerin devre dışı olduğu haliyle toplam 390 civarında  reaktör devrede. Hükümetin diğer bir icraatı ise nükleer felaketin mağdurlarına hak ettikleri tazminatı ödememek için terk edilen bölgede radyasyon kalmadığını ilan etmek ve yaklaşık 200 bin insanın evlerine dönmelerini sağlamaya çalışmak. Lakin çocuklar olmadan ebeveynler evlerine geri dönmeyeceği için çocukların bağışıklık seviyesi yetişkinlere göre daha düşükse de yılda katlanılabilir radyasyon oranı onlar için de  yine 20 mSv olarak açıklanıyor.
Yazının başına dönersek, Hiroşima’nın 71 .yıl dönümü ve Hiroşima faciasının tanıklığını yapanlardan hayatta kalanlar sayıca azaldı,  bu aynı zamanda Hiroşima’nın hafızasının yaşlanması anlamına da geliyor, acaba öyle mi?  Realite açısından evet, vahşi bombalamanın efsanevi anlatımı video kayıtlarında kalabilir yalnızca. Fakat nesiller boyu yaşananlara bakarsak nükleer kaza halinde benzerlik çok: Atom bombası ile başlayan radyasyon maruziyeti  kaynaklı hastalıklar  Fukuşima nükleer kazası mağdurlarında da görülüyor. Örneğin en yüksek dozda harici hatta dahili maruziyet halinde olan Fukuşima nükleer santrali çalışanlarının  kümülatif olarak 50 mSV radyasyon alması halinde işten çıkarılması gereği yüzbinlerce işçi üzerinde RERF tarafından tespit amaçlı ölçümler yapılıyor. Kaldı ki bir nükleer santralde kaza olmasa bile santralin yakınında yaşayanlarda görülen düşük doz radyasyonun bile  kansere yol açtığı bugün artık biliniyor.
Radyoaktif gerçeklikler böyleyken Mayıs ayı sonunda Hiroşima’nın 71. Yıl dönümünü Anma törenine katılan  Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Obama, Hiroşima için “özür” lerini sunacaktı,  öyle gibi de oldu, elbette politik biçimde! “Hiroşima ile yaşanan hataların tekrar etmemesi” dilekleriyle Japonya’da nükleer santrallerin bir an önce devreye girmesine uğraşan  Başbakanı Abe ile birlikte dünya kamuoyuna seslenildi.



Timsah gözyaşları…
Fukuşima nükleer santralinin patlamasıyla  atmosferde açığa çıkan radyasyonun Hiroşima’ya atılan atom bombası ile yayılan radyasyonun 168 katı olduğu bilimsel olarak ispatlanmış durumdayken, potansiyel Çernobil’ler, Fukuşimalar sırasını beklerken, 1955 yılından beri ABD tarafından”Barış için Atom girişimi[4] ile başlayan santral kurma furyasıyla dünyanın başına nükleer çorap örülmüşken, 40 yaşına gelen nükleer santrallerin ömrü politik güç için 10 bilemediniz 20 yıl daha uzatılarak tehlikeye adım adım yaklaşılırken, atom bombası mağdurlarıyla nükleer santral mağdurları radyasyon kaynaklı hastalıklarla çaresizce mücadele ederken ve hiç bir destek programı sunulmazken, dünyadaki savaş hali hiç bir zaman bitirilmezken hatta el altından desteklenirken, savaş üzerinden paraca zenginleşenler varken, silah hala “güç” demekken aynı hatanın tekrar edilmemesini dilemek, pişman rolüne soyunmak olsa olsa timsah gözyaşları akıtmaktır. Daha çaresiz durumda olanlar ise, içten olmayan bu sözleri verenlere safça inanlardır.  Çünkü Hiroşima nükleer savaşın veya nükleer silahların kullanılmasının sembolik ve teorik örneği ise  nükleer santraller de pratikte potansiyel birer Hiroşima’dır!
[1] https://en.wikipedia.org/wiki/Atomic_Bomb_Casualty_Commission
[2] Sawada, S. Scientists and Research on the Effects of Radiation Exposure: From Hiroshima to Fukushima,The Asia pacific Journal
* IAEA tarafından yılda alınabilecek radyasyon 1 mSv. Bugün bu oran insanların Fukuşima’ya geri dönmesi için 20 mSv’e yine hükümet tarafından çıkartılmıştır. Oys 1mSv radyasyon maruziyetinin bile  500 hücrede bozukluk yaratarak tüm vücutta iyonizasyona uğratabilir.
[3]Dr Yamashita Nagasaki Universitesi’nde Atom Bombası Hastalıkları Enstitüsünde profesördü ve Radyasyon risk danışmanı olarak Fukuşima’ya gönderilmişti, aynı zamanda Fukuşima Üniversitesi Tıp Fakültesi Başkan yardımcısıydı.
[4] https://en.wikipedia.org/wiki/Atoms_for_Peace
Pınar Demircan

Bu yazı ilk olarak 06.08.2016 tarihinde Yeşil Gazete'de yayınlanmıştır .

Toru-ko: Çin ile Nükleer Mutabakat’ın satır araları


Japonca’yı seviyorum. Gördüğünüzde hiyeroglif sandığınız karman çorman şekiller dile geldiği zaman bir ipe dizilmiş gibi tane tane heceler, sesler  olarak avucunuzun içinde. Tabi Japonca’da bilmediğiniz bir kelimeyi anlamaya çalıştığınız zaman tek referans ya cümle içinde kullanıldığı yer ya da bildiğinizde sanat eseri, bilmediğinizde  bulmaca gibi görünen kanjiler. Bunu niye mi anlatıyorum? Çünkü Japonca bana çok sevdiğim kelime oyunlarımı zenginleştirme fırsatı veriyor.
Misal: Türkiye  ülkesinin adı Japoncada Toruko’dur ama, Toru-ko diye ayrı ayrı yazarsanız biraz da hayal gücünüzle  “Alan çocuk” olarak duyabilirsiniz bu kelimeyi.  Hele biraz da algıda seçicilik varsa, son dönemde ne kadar çok enerji ve inşaat yatırım planının masaya yatırıldığını, 15 Temmuz sonrası darbe günlerini takip eden OHAL sürecinde Hükümet  eliyle enerji yatırımlarının önündeki engellerin kaldırılma çabasını izliyorsanız, bir sabah uyandığınızda Çin Hükümeti ile Türkiye Hükümeti arasında yapılmış olan bir nükleer mütabakatın önce TBMM’de birkaç gün sonra da Resmi Gazete’de  onaylandığını[1] öğreniveriyorsanız, hatta Anayasa’nın önce 70 sonra dönüştürülerek 75. Maddesi yapılan nihayet 80. Madde adında karar kılınan bir paket içinde vergilerimizle itirazın  söz konusu bile olmayacağı; dokunulmazlık zırhı içine konan projelerin hayata geçirilebileceğini; Hazine arazilerinin 49 yıllığına bedelsiz olarak bu projelere  tahsis edileceğini  tırnaklarınızı yiyerek  takip ediyorsanız çağrışımlar harekete geçebiliyor. Neticede tarihte görülmemiş  bir hibe, teşvik ve destek kararı meclisten çıkmış ve  Resmi Gazete’de yayımlanması ise an meselesi… Bir de Çin ile nükleer mütabakatı da kapsayan  gelecek dönem planları düşüyorsa gündeminize, bu kelime de  böyle görünüyor işte!

Toru-ko : Sürekli isteyen (ve  istemesi bitmeyeceği için) büyümeyecek çocuk …

Hakikaten Cumhuriyet Dönemi’nden itibaren  her zaman  Türkiye’nin hedefinde “kalkınma ve büyüme odaklı politikalar” olmuştur ne var ki büyüme süreci bir türlü tamamlanamamaktadır… Bu gün gelinen noktada ise henüz  nükleer santrale dair yasal alt yapı yeterli değilken, kurulması halinde farklı ülkelerce işletilecek nükler santraller arasında yasal uyumun oluşturulması  bile önemli bir sorun olacakken Rus ve Japon’lardan sonra bir de  Çin ve Çin’in iş yapma kültürü ile tanışacak görünüyoruz. Üstelik sonuçları itibariyle toplumsal olan bu kararlar OHAL sürecinde daha da hızlı alınıyor.
Hafta sonu Çin’de gerçekleştirilen  G20 Zirvesi kapsamında  Enerji Bakanı Berat Albayrak’ın,  zirvenin davetlisi bugünün ana akım medyasına * yaptığı açıklamalardan öğreniyoruz ki , Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanlığı (TAEK) ile Çin Nükleer Güvenlik İdaresi (NNSA) arasında, Nükleer Güvenlik Alanında İşbirliği Hakkında Düzenleme kendisi tarafından imzalanmış. Nükleer Güvenlik Anlaşmasının imzalanmasını mı yoksa  TAEK tarafından yapılan bir anlaşmanın neden Enerji Bakanı tarafından imzalandığını mı düşünmek lazım?  Öte yandan Çin ile de yakın zamanda nükleer santralin kurulacağı yerin tayin edilmesiyle ki hükümet  için (kamuoyuna tek tek açıklandığını görmediğim) 17-18 kriterin tutması yeterli, bir anlaşma daha yapılacağını öğreniyoruz.
Bununla birlikte G 20 Zirvesine Rusya’nın da katılması vesilesiyle Rus Lider Putin ile de görüşülerek Akkuyu nükleer santral projesi’nin  hızlanması, bölgeye Rus uzmanların gönderilmesi  kararlaştırılmış bulunuyor. Akkuyu nükleer santrali demişken  11 Temmuz’da halkın geniş ve tepkili katılımıyla gerçekleştirilen Akkuyu Bilirkişi Keşif İncelemesi’nin sonucunun henüz açıklanmamış olduğunu unutmuyoruz, lakin bu pek bir önemsiz görünüyor…  Oysa Akkuyu Nükleer Santraline karşı  kamuoyunda yıllardan beri süren muhalefet capcanlı devam ediyorsa da anlaşılan toplumsal muhalefet sözkonusu 17-18 kriterin içine girmiyor… Zaten Türkiye’de nükleer santrallerin 1956’dan beri kurulamamış olmasının tek sebebi ekonomik ve siyasi sorunlar, ne açılan davalar ne de On binler’in gerçekleştirdiği eylemler (!)
Diğer taraftan Enerji Bakanı, Çin ve Rusya ile yapılan anlaşmalara dair bilgi verirken G20’de mevzu olmasa bile Japonya ile yapılan anlaşma hakkında da birşeyler söyleme ihtiyacı hissetmiş ki, Japonya ile nükleer santral projesinin de teknik sorunlar giderilerek hızlanacağı belirtilmiş. Buna göre Japonya ile de nükleer santrali hızlandırmak için bir Anlayış birliği belgesi imzalanacak. Lakin bu teknik sorunların giderilmesi Sinop’taki Mitsubishi çalışanlarının halkla kaynaşmasını sağlayabilecek mi?  Ya da Mitsubishi çalışanlarının Sinop halkından kaçmasını önleyebilecek mi? diye merak ediyoruz. Ayrıca umuyoruz ki, sözkonusu Anlayış  belgesi,  Marmaray Japonlar tarafından henüz inşa edilmekteyken, Türkiye tarafından yetkililerin projenin teknik aksaklıklar nedeniyle hedeflenen tarihte bitirilmemesi gibi bir endişeyle Japonların Harakiri kültürüne atıf yaparak ant içip kanla sözleşme imzalatmak şeklinde olmasın…Zira bu Japonları o zaman epey korkutmuştu.
Çin’deki G20 Zirvesi vesilesiyle Bakan Albayrak’tan aldığımız diğer bir güzel  haber de yenilenebilir enerji yatırımları için enerjinin tüketildiği yerde üretileceği  fakat, bunun  nükleer santraller için söylenmediğini umuyoruz,  zira bu ifade  iktidarın yapacağı uluslararası anlaşmalarla her bölgeye bir nükleer santral kurması anlamına geliyor olabilir ki bu hiç zor değil…
Bu arada Bakan Albayrak, ilk reaktörün kurulacağı tarihi 2023-2030 olarak veriyor. Nükleer santralin yüksek maliyetleri, yasal altyapı gerektirmesi, öngörülemeyen inşaat süreleri  nükleer santrallerin kurulmasını her zaman geciktirdiği için olsa gerek, dünya genelindeki bu deneyim yıllar içinde  taktik kazandırmış  görünüyor. Kaldı ki Akkuyu’da ilk reaktörün teslimi  için 2017 tarihinin verildiğini benim gibi pek çok kişi hatırlıyordur. Üstelik o tarihte 2023 de nükleer santralin tamamlanacağı tarih olarak verilmekteydi.

Sarı Pasta…

Son olarak, Çin Zirvesinden yapılan açıklamalar içinde en çarpıcı olanı paylaşmak istiyorum: Yozgat Sorgun’da  5-6 bin ton rezervlik bir uranyum madeninin olduğu ve buradan uranyumun “sarı pasta” olarak çıkarılacağı, bu şekilde  ithal edilebilir zenginleştirme alt yapısının kurulabileceği, ortak yatırım ve üretim yapılabileceği açıklanmış bulunuyor. Bu bağlamda aklıma ilk olarak Aydın Kisirköy’de  1980’lerde açık olarak terk edilip o tarihten bugüne etrafa kanser saçan uranyum madeni geliyor.  TAEK, bu madenin kapatılması/kanser vakalarının incelenmesine ilişkin  önlem almış mıdır? Yine de Yozgat Sorgun’da açılması vadedilen uranyum madeni hakkında diyebiliriz ki, uzmanlar Türkiye’deki uranyum rezervlerinin çıkarılması çok yüksek maliyetli olduğu için: “astarı yüzünden pahallıya geleceği” gerekçesiyle açılmasını önermemektedir. Diğer taraftan Yozgat’tan bu maden çıkarılsa bile bu ham maddeyi  kullanmak için olmazsa olmaz yabancı teknoloji bu prosesin, dolayısıyla nükleer santral yatırımının yine yerli olmayacağı gerçeğini gizleyemez. Nükleer santral, Türkiye için kurulumundan işleyişine kadar bir yabancı enerji kaynağıdır, yerli ve milli değildir. Öyle olsa bile tüm dünyada nükleer enerjinin nükleer silah yapımında bir yan ürün olduğu da bilinmektedir, esas amaç enerji üretmek değildir.   Nihayet Enerji Bakanının sözlerinin aksiyle bitirecek olursak Türkiye’nin enerji ihtiyacını istikrarlı sağlayabilmesi için nükleer enerjiye sahip olması şart değildir. Yine Sayın Bakanın  haram-helal kıyasıyla açıklarsak iddia edilenin aksine Nükleer santraller dünyaya helal olmamıştır ki Türkiye’ye olsun! Dünya kamuoyundan  gizlenen nükleer santral kazaları haricinde ve sadece bildiklerimiz kadarıyla: İşte Üç mil Adası, işte Çernobil, işte Fukuşima !
Toru-ko’cuğum, senin çocuk kalman  hep bir şeyleri almak zorunda bırakılman demek olabilir mi? Ya da hep daha fazlasını almak için büyümediğine** inanman?

[1] 9 Nisan  2012 tarihinde Pekin’de  imzalanan 9/8 2016 tarihli 6738 sayılı Kanunla onaylanması uygun bulunan ekli “Nükleer Enerjinin Barışçıl Amaçlarla Kullanımına Dair Türkiye Cumuriyeti Hükümeti ile Çin Halk Cumhuriyeti  Hükümeti Arasında  İşbirliği Anlaşması’nın onaylanması ; Dışişleri Bakanlığı’nın 29/8/2016 tarihli ve 11335799 sayılı yazısı üzerine 31/5 /1963 tarihli ve 244 sayılı Kanunun  3.maddesine göre Bakanlar Kurulu’nca 29/8 /2016 tarihinde kararlaştırılmıştır.
*posta, akşam

 **Buradaki “büyümek” kalkınma anlamında kullanılmamıştır.

Pınar Demircan 

Bu yazı ilk olarak 05.2016'da Yeşil Gazete'de yayınlanmıştır.

Artvin’de bir Ce”rant”tepe yaratmak…


Yaşam savunucuları, Cerattepe’de doğal varlıkların geri dönülmez zararlara uğratılması pahasına maden işletme planları karşısında özellikle bu yıl başından itibaren diken üstünde. Yaklaşık 50 bin ağacın kesilmesine; dünyada eşi benzeri bulunmayan, çeşitli endemik türleri barındıran bitki örtüsünün zehirlenmesine, doğal ortamın hayat verdiği canlıları olumsuz etkileyerek ekolojik dengenin tümüyle bozulmasına yol açacak, yine bu doğanın bir parçası olan insanlar ve evcil hayvanlar için hastalıkların başlangıcı olacak hatta insanların evlerini, yaşam alanlarını terk etmelerine varan sosyal olaylara neden olacak bu projeye, devlet kanadından destek verilmesi, yaşamdan yana olanların saflarını sıklaştırıyor.

“Mahkeme tarafsızlığını yitirmiştir!”

19 Eylül’de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Artvin Cerattepe maden sahası için verdiği, “Çevresel Etki Değerlendirme”(ÇED) Olumlu Raporu’nun iptali istemiyle, Rize İdare Mahkemesinde başlayan dava hakkında Davacı Yeşil Artvin Derneği Avukatının yaptığı bu açıklama ne Artvin Valisi tarafından  her türlü yürüyüş, basın açıklaması, toplantı, miting, çadır kurma, oturma eylemi, stant açma, afiş, pankart, bildirilerin 19 Eylül-19 Ekim 2016 tarihleri arasında yasaklanmasından, ne Rize Emniyet Müdürlüğü ekiplerinin Rize Adliye binasının etrafını,  cadde ve sokaklardan geçiş yapılamayacak şekilde bariyerlerle kapatmasından ne de farklı illerden Rize’ye gelenlere yönelik “çoraplara kadar arama” uygulamasından uzak.  Peki davanın müdahillerinin bile mahkemeye ulaşmasına devletin polisinin engel olduğu bir ortamda adil yargılama yapılabilir mi? Ya Rize’de halka dağıtılan ve ardından sosyal medyada paylaşılan “Rizeli vatansever gençler” imzalı mektuba ne demeli? Bu mektubu hazırlayanlar sizce  “ Türkiye’de bakır üretimini arttımanın önündeki tüm engellerin kafasını koparacağız. Bu kadar açık ve net” diyerek Cerattepe Maden işletmesinin faaliyetine karşı olan binlerce yurttaşı tehdit eden Artvin Valisi’ne ne kadar yabancı olabilir?

Çok değil, yaklaşık iki ay önce 11 Temmuz’da Akkuyu Nükleer Santrali’nin ÇED onayı iptali için gerçekleştirilen Bilirkişi Keşif İncelemesi kapsamında çok sayıda meslek örgütünün ve sivil halkın müdahil olduğu davada, dava gerekçelerinin açıklanması için verilen sürenin  Artvin davasına dair müdahil avukatların söylediği gibi sıradan bir meram anlatmaya bile olanak  tanımayacak kadar kısa tutulduğunu görmedik mi? Bugün Akkuyu için nihai karar henüz açıklanmamış olsa da inceleme sonrasında hakimler tarafından kaleme alınan kapanış raporunun saatler süren mahkeme ve saha turuna rağmen aslında daha önceden Bilirkişilerin kaldığı otelde yazıldığına dair bir şüphe düşmedi mi içimize?

Bir nükleer santrale karşı açılan dava ile maden işletilmesine karşı açılan davanın ortak noktası şüphesiz doğal yaşamın ve o yaşamın sunduğu canlı cansız tüm varlıkların bugün ve gelecek adına korunması gerekliliğidir.  Anayasanın 56. maddesiHerkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir”demektedir.  Yatırım planlarının rasyonel sayılabilmesi için, feda edilen alternatiflerin toplam maliyetlerinin, yapılan tercihten fazla olmaması gerekirken yaşamdan daha değerli ne olabilir? Nitekim bu görüşü savunarak  Artvin’de maden işletilmesine karşı verilen 25 yıllık mücadele, 1980’lerden günümüze geri çekilen ihaleleri ve bu uğurda yapılan araştırmaların ortaya koyduğu raporları deneyimlemiştir.

Örneğin TMMOB Orman Mühendisleri Odası tarafından görevlendirilen uzmanlar, 13.09.2013 tarihinde verdiği raporda söz konusu orman alanları ve sağladığı sayılamaz/ölçülemez çevresel hizmetlerin hiçbir kısa süreli ekonomik faaliyetler uğruna gözden çıkarılmaması gerektiğini ifade etmiştir.  Raporda açıkça Artvin Cerattepe ve Genya Ormanlarında Madencilik yapılmamalıdır ” denilmektedir.  (TMMOB 2014 Cerattepe raporu) 1998 yılında da Maden tetkik Arama (MTA) yaptığı araştırmaların ardından “Artvin ilinin Çevre jeolojisi ve Doğal Kaynakları adlı bir rapor yayınlamıştır. Bu rapora göre Artvin linin jeolojik yapısı ve metalik yatak ve problemli noktaları saptanmıştır. Bu rapor çok önemli heyelan risklerine dikkat çekmektedir. Rapor Cerattepe’deki madenin işletilmesi durumunda buradaki yapay titreşimlerin(patlamaların) bölgede heyelanları etkilemesinin doğal olacağını söylemektedir.

Kafkas Üniversitesi Artvin Orman Fakültesinin Akademik Genel Kurulunun 18.04.2006 tarihinde toplanarak oybirliği ile aldığı ve “Fakülte Görüşü” olarak kabul ettiği raporda ise, Cerattepe’de madencilik faaliyetinin durdurulmasının kamu yararına uygun olduğu belirtilmiştir. Artvin Orman Bölge Müdürlüğü ise 08.11.2012 tarihinde ÇED İnceleme ve Değerlendirme Formu müracaatında, yeraltı üretim yöntemiyle üretilecek madenin yerüstü tesisleri için ormanlık alanda yapacağı tahribat nedeniyle olumsuz görüş vermiştir.
Bunlara ek olarak Yeşil Artvin Derneği’nin itirazları arasında işletme esnasında ve sonrasında beklenen olumsuzlukların üzerine, siyanür ve diğer atık havuzlarının sorunları da eklendiğinde belirtilen tehlike ve risklerin çok daha artacağı da önemli bir argümandır. Cerattepe ÇED raporunda Yeraltı sularının ve akarsuların nasıl korunacağı konusundan ise hiç bahsedilmemektedir.

Tüm bu raporlara ve bilimsel araştırmalara, bilim insanlarının, meslek örgütlerinin  itirazlarına rağmen projelerin hayata geçirilmeye çalışılması maden Kanununa göre devletin payının %2 olduğu gerçeğiyle okununca devletin 60’li yıllardan beri kullandığı “kalkınma” söylemlerinin de arkasına saklanamayacağını bilakis alenen bir şirketin elde edeceği “rant” lehine elindeki imkanları sunduğunu göstermektedir. Çok açıktır ki önümüzdeki günlerde önce 80 sonra 75. Madde olarak karşımıza çıkartılan paket içerisinde yaşam alanlarımızı şimdikinden daha çok değişim değerine  maruz bırakacak uygulamalar sırasını beklemektedir.

Sonuç ne olursa olsun Artvin halkının ve yaşamdan yana olanların direnmeye devam edeceği açıktır zira, Sinopta kurulması planlanan nükleer santral için yerleşen Mitsubishi çalışanlarının halkla karşılaşmamak için kendilerini ev hayatına mahkum ettiği  gibi Artvin’de maden için izin çıkarsa  söz konusu şirketin  istihdam edeceği  80 küsur  işçinin hayatı pek de kolay olmayacağını düşünebilirsiniz. Kaldı ki bu durumun ilk emareleri Artvin’de Cengiz inşaat adına çalışan polis ve görevlilerden kiracı olanların varlığı tespit edildiği gibi bunların konuttan çıkarılması gibi esnaf protestoları  şeklinde yaşanmıştır. Hatta bakarsınız belki de Bodrum’da yaşam alanları daraltıldığı için insanlara saldıran carettalar , Kuzey kutbunda teknisyenlerin ekipmanlarını rehin alan boz ayılar ya da Gerze Termik santral direnişindeki halkın yanında jandarmaya saldıran arılar gibi Kafkasör yaylasının arıları hatta belki  de ayıları Cengiz’in  etrafını sarıverir.


Pınar Demircan
Bu yazı ilk olarak  20 .09.2016'da Yeşil Gazete'de yayınlanmıştır.

Art-win: Kazanma sanatı

Farklı diller ve kültürler insanları, dolayısıyla toplumları zenginleştirir, insanların olaylar karşısında farklı düşünme ve yorum yapabilme kabiliyetini arttırır. Ben de kelimelerle oynamayı seven biri olarak, geçen hafta Artvinli’lerin yaşam alanlarını canları pahasına savunduğunu, boğalarıyla meydanları doldurduğunu izlerken şehrin adını birden ingilizce “sanat” anlamına gelen “art” ile “kazanmak” anlamına gelen “win” olarak okumaya başladığımı farkettim. Çünkü şubat ayında olmamıza rağmen binlerce insanın aynı kararlılıkla bir direnişi günler, geceler boyu bıkmadan usanmadan sergileyebilmesi bir sanattır ve Artvin’linin, Artvin’i savunan herkesin sesinin devletin yüksek makamları tarafından duyulması, bu direnişin sonunda sembolik de olsa hukuki sürecin izleneceği sözünün verilmesi de bir kazanımdır.



Öte yandan Artvin Cerattepe’deki kazanım henüz bir zafer olarak algılanmamalı. Artvin’deki mücadeleyi yıpratmak için neler yapılabileceğini dün gazetelerde yer alan uydurma bir haberle Cerattepe’de direnenlerin Almanya’dan talimat aldığının iddia edilmesinden de anlıyoruz. Bu yaklaşım Cerattepe’de olan biteni anlamamak, küçümsemek hatta hor görmek demektir ve bunun bir sonraki adımı da olsa olsa mücadeleyi bölmek ve direnişi kırmak için aksiyona geçmek olacaktır. Zira atılacak bu adımlara ve ortaya çıkacak tabloya yabancı değiliz. (Ekolojik mücadelenin ne olduğunu, hangi hukuksuzluklarla karşılaşılabileceğini geçmişteki örneklerden biliyoruz, kaldı ki Artvin, Cerattepe’nin altınına duyulan iştaha karşı tam 25 yıldır direniyor.)

Bu aksiyonun ne olacağını 14 Mart’ta  gerçekleştirilecek bilirkişi keşfinden sonra hep birlikte göreceğiz. Diğer taraftan bu anlamsız iddianın kaynağını ise benim Ekim 2015’te Yeşil Gazete’ye yazdığım Çevre için Medya ve İletişim Çalıştayı’nın Almanya ayağındaki izlenim yazıları (Toplam 5 yazı) oluşturuyor. Bu noktada önce sizlere biraz çalıştaydan bahsetmek isterim.

Geçen yıl Ağustos ayında başlatılan Çevre için Medya ve İletişim Çalıştayı’nın amacı, özellikle son dönemde su kaynaklarının ve doğasının bozulması pahasına Karadeniz bölgesinde yapılmak istenen enerji ve maden yatırımlarının yol açtığı/açacağı öngörülen ekolojik bunalımları değerlendirmekti. Bu bağlamda kendi yaşam alanındaki müdahalelere direnen aktivistlerle, bu ekolojik meseleleri takip eden gazeteciler bir araya getirilerek grup içi bilgi alışverişi sağlandı. Çalıştayın bir ayağı Almanya’da gerçekleştirildi. Almanya dünyada endüstrileşmenin başını çeken bir ülke olmasına rağmen  yazılarımda da görebileceğiniz gibi 2023 yılına kadar nükleer santrallerden vazgeçme kararı almıştır. Kömürün payı azalmakta, yenilenebilir enerjinin payı da hızla artmaktadır. Almanya bunu gerçekleştirir, gerçekleştirmez; halkını oyalar oyalamaz o ayrı bir konudur, bizi burada ilgilendiren Almanya’nın enerji politikasının geçirmekte olduğu somut değişimdir (ki bu  planlarında ciddi olduklarını  göstermektedir.) Konutlarda merkezi elektrik enerjisi yerine çatılara kurulan güneş panelleriyle elektrik ihtiyacının sağlanıyor olması, elektrik fazlasının yine bireysel olarak enerji dağıtım şirketlerine satılabilmesi, mahallelerin kendi kooperatiflerini oluşturarak ekolojik yapıyı bozmadan insani ölçekteki kurulumlarla rüzgar ve güneşten, mikro biyogaz tesisinden elektriğini üretmesi önemli örneklerdir. Kısaca söylemek gerekirse Almanya’da gördüğümüz balık yemek istersek balık tutabileceğimiz ihtimalidir. Bu ihtimal umudun yamacına düşer.

Ekolojik problemlerle karşılaşan, bunalan, sırasında arka bahçesini, yaşam haklarını savunurken, sağlığını, akıl sağlığını korumakta zorlanan bizlerin en çok ihtiyacı olan şey de işte bu umuttur. En basit ifadeyle Almanya yapmış, biz başarabilir miyiz? Nükleere, termik santrale muhtaç mıyız sorusuna cevaptır bu umut. Dolayısıyla bu çalışmanın 5 günlük kısmının Almanya’da yapılmasından ve bizim heyecan duyup öğrendiklerimizi paylaşma arzusuyla yazmamızdan daha doğal bir şey olamaz.

Umuda bugün herşeyden fazla ihtiyacımız var. Artvin’de yaşam alanını korumak isterken gaz kapsülünü eline alıp “Neden?” diye soran Dedenin, direnirken düştüğü için iki bacağı birden kırılan kadının, Yeşil Yol mücadelesi ile tanıdığımız “ Devlet kimdur? Halktır! Halk! diyen Rabia Ana’nın, dudağına gaz fişeği isabet eden gencin,  İkizdere HES projesinde “Can verirüz dere vermezüz” diyenlerin, umuda yani önlerine sunulan seçenekten başkasının olduğunu bilmeye hakları yok midur? Bilmeyelim mi dünyada neler olup bitiyor ? Hangi evrelerden geçiliyor, hangi evreler ve devirler geride kalıyor?

Pınar Demircan

Bu yazı ilk olarak 26.02.2016 tarihinde  Yeşil Gazete'de yayınlanmıştır.

Sivil toplum, tehlikeli atık ticaretinin önündeki en büyük engel! Ya susarsa?

Yaşam hakkı savunuculuğu kolay değil!
Her daim Devletin desteğini alan özel sektöre ait yol, köprü, inşaat, AVM gibi mevcut ekosistemi ve yaşamsal bütünlüğü bozacak   projelere “Hayır!” demek kadar kirleticilere izin vermemek de yaşam hakkını savunmakla ilgili. Sözkonusu kirleticiler termik, nükleer santral, can suyu bırakmayan HES’ler olduğu kadar  daha önce de defalarca Türkiye sınırları içine sızdırılmaya çalışılan tehlikeli atıklar…

Maalesef hafızamızı zorlayacak konular değil bahsettiklerim: İzmir’in Gaziemir ilçesinde Emrez Kasabası içindeki Aslan Avcı Kurşun Fabrikası’nın arazisinde, nükleer reaktörlerde oluşturulan, yarılanma ömrü 13,5 yıl olduğu için etkileri onlarca yıl devam eden, her anlamda çevre ve insan sağlığını hasara uğratan Europium 152 (Eu-152) izotoplarının gömülü bulunması, nükleer santrali bulunmayan Türkiye’de, atık ticaretinin yapıldığının ispatıydı. İlk olarak 2008 yılında yerinde tespit edilen  fakat, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu(TAEK) tarafından önlem alınmayan, 2012’ye gelindiğinde sivil toplum eliyle başlatılan dava süreci üzerinden bugün hala yürütülen bir mücadele sözkonusu. Gaziemir için  sivil toplum eliyle verilen mücadele salt atık ticaretinin faili Aslan Avcı Kurşun Fabrikası’na yönelik değil, çevre ve toplum yararına yürütülen tüm kampanyaların, bu çabanın İzmir Valiliği ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na yönelik baskı oluşturmayı amaçlaması biraz önce bahsettiğim gibi yaşamdan yana olmanın denkliği gibi görünüyor.  Gaziemir direnişinde evrilen sivil toplumun katettiği mesafeyi okuyabileceğiniz yazılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.

Bir diğer örnek ise, henüz iki yıl önce Kuito adlı asbestli olduğu çevre örgütlerince öngörülen geminin  “radyoaktif atık bulunduğu” gerekçesiyle 5 gün açıkta bekletilerek incelenmeye zorlanması sayılabilir. Ancak, sivil toplumdan yükselen itirazlara rağmen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın oluşturduğu komisyonun inceleme sonrasında “tehlikeli atık bulunmadığı”nı ve “radyasyon değerlerinin TAEK’in belirlediği sınırın altında olduğu” nu raporlamasıyla, asbestli geminin kıyıya yanaştırılarak söküm işlemlerine başlanmasına izin verilmişti [1].

Şüphesiz endüstriyel ve teknolojik gelişmeler neticesinde Dünyanın başı çok uzun zamandır tehlikeli  atıklarla dertte.  Zira  tehlikeli atıklar içerisinde özellikle arıtmak suretiyle bertarafı mümkün olmayan nükleer atıklardan nihai olarak kurtulmak mümkün olmadığı için ortaya çıkan nükleer atıkların gözönünden kaldırılması, bir bakıma halının altına süpürülmesi en uygun(!) çözüm olarak görülüyor. 2011 yılında meydana gelerek bugüne dek etkilerini hissetirmiş olan Fukuşima nükleer santral faciasından sonra Japon sivil toplum insiyatifi tarafından nükleer santrallerin “tuvaletsiz” evler olarak nitelenmesi boşuna değil. Nükleer atıklarını ne yapacağını bilemeyen dünyada bugüne dek Finlandiya’da 2020’de faaliyete geçirilmesi planlanan Onkalo Nükleer atık deposundan  hariç kullanılmış yakıt çubuklarının bertarafı için bir yöntem bulunmamış. Kaldı ki söz konusu Onkalo nükleer atık deposu bile geleceğe dair pek çok tehdidi içinde barındırıyor. Onkalo Nükleer Atık Deposuyla ilgili yazımıza, sözkonusu tehditlere buradan ulaşabilirsiniz.

Evet, dünyanın başı dertte ama, kabul edelim ki bazı ülkelerin başı daha fazla dertte:  ülkelerin azgelişmişlik ve demokrasiden yoksun oluşları oranında tehlikeli atıklara da maruz bırakıldıkları ortada. Zira %90’ı zengin OECD ülkeleri tarafından üretilen tehlikeli atıkların miktarı gelişmiş ülke olmakla doğru orantılı şekilde artarken kişi başı 120 kiloya kadar çıkabilmekte. Mamafih, gelişmiş ülkelerde tehlikeli atık bertarafının maliyetinin yasalara uygunluk çerçevesinde yüksek olması nedeniyle atıklar az gelişmiş ülkelere gönderilerek para karşılığında doğaya terk edilmekte.[2] Örneğin 1 ton atık fiyatı İtalya için 250 Dolar iken, Somali için ödenen miktar 2,5 Dolar civarında. Öyle ki yapılan anlaşmalar Somali’yi 600 bin ton kimyasal atık boşaltıldığını gösteriyor. Lakin bu ticretin faturası ekolojik problemler şeklinde olduğu gibi 2004’te yaşanan tsunami’nin ardından karaya saçılan nükleer atıklar bölge insanında ani ölümlere, mide kanamalarına, deri hastalıklarına neden olmuş bulunuyor[3].

Dünyadaki tehlikli atık ticaretinin korkutucu boyutlara vardığına diğer bir örnek geçen hafta Tayvan ve Somali açıklarına 200 bin varil bırakıldığının anlaşılması olabilir. Medyada yer alan biligiye göre İtalyan Gizli Servisi’nin ortaya çıkardığı belge ve dökümanlar, işadamı Georgio Comerio’nun Kuzey Kore ile 1990’lardan beri işbirliği yaptığını, 200 bin varil için kendisine 227 milyon Dolar ödeme yapıldığını gösteriyor. Tayvan’daki çevre örgütleri hükümetten bu iddiaların izini sürmesini ve atık varillerde meydana gelen sızıntının ekolojik tahribata yol açıp açmadığını, okyanusun durumunu test etmesini, Aktivistler hükümetin atıkların tam olarak bırakıldığı yeri tespit etmesini talep ediyor. [4]

Yine Türkiye’den bir diğer örnek 1988  yılında Karadeniz’de yaşanmış, zehirli atıklarla dolu 450’den fazla varil, Karadeniz açıklarında bulunmasını izleyen süreçte yaşandı denebilir. Romanya’da bertaraf edilecek tesis bulunmadığı için Karadeniz’e atılan variller,  2000 yılında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı eliyle  İzmit’teki İzaydaş Atık Yakma Tesisi’ne gönderilmek istenmiş ama atıkların transferi esnasında yayabilecekleri hastalıklar gözönünde bulundurularak çevre örgütleri tarafından engellenmişti. Denizden paslı,“delik deşik” çıkarılan varillerin ise gerçek sayısının 3000 olduğu tahmin ediliyordu. 1994 yılında tehlikeli ve diğer atıkların sınır aşırı taşınması, bertaraf edilmesi ve geri dönüşümünden doğabilecek tehlikeleri ortadan kaldırmaktı.Özellikle de “gelişmekte olan ülkeleri”; tehlikeli atık sorunu yaşamaya başlayan “gelişmiş ülkelerin çöplüğü olmaktan koruyan “Basel Sözleşmesi”ne dayanarak bu atıkların menşei olan İtalya’ya gönderilmesini sağlayan ise yine sivil toplum olmuştu.

Görüldüğü üzere halının altına süpürme işi veya Fukuşima literatürüyle evde bulunmayan tuvalet, komşu evlerde başka diyarlarda aranırken, sifonu çekmek bu işin ticaretini yapanlara kalmış durumda… Buna karşı mücadele ederek ses çıkarıp, yaşam alanlarını korumaya çalışanlar ise sivil toplumdan başkası değil. Peki baskı organlarının ağırlığını yitirdiği, sivil toplumun dışlandığı bir ortamda  dünyada alıp başını giden tehlikeli atık ticaretine karşı kimin sesi çıkaracak?!!! Sesi çıksa bile onu kim dinleyecek ? Siyasi arenada seçmenlerine iyi görünmek isteyen bir iktidar varken hasbelkader dikkate alınan sivil toplum, bu kez  kime konuşacak? Gaziemirler’in, Kuitolar’ın istilasını bir düşünün…Sivil toplumun varlığından boşalan alanda denizleri asbestli gemiler, radyoaktif variller, toprağı, havayı radyoaktif izotoplar, kimyasallar mı dolduracak?
Hayır…!

[1] https://yesilgazete.org/blog/2015/03/30/kuito-icin-mahkemeye-sokum-islemini-durdurun-basvurusu/
[2] S.k.Agarwal , 2005, Wealth from Waste, New Delhi, APH Publishing
[3] http://www.halkinsagligi.org/gaziemirde-gomulu-radyoaktif-atiklar-hur-hassoy-raika-durusoy/

Bu yazı ilk olarak  21.02.2017 tarihinde Yeşil Gazete'de yayınlanmıştır

İklim değişikliği, nükleer santrallerin risklerini ve maliyetlerini arttıracak!

Bugüne kadar nükleer santrallerin fosil yakıt kullanmadığı için“çevre dostu” olduğu  iddialarıyla, nükleer enerjinin  “yeşil enerji” olarak lanse edildiği durumlarla bir çok kez karşılaştık. Nükleer santrallerin, karbon değil de yapısı gereği zaman zaman radyoaktif partikülleri havaya saldığı, soğutma suyu olarak kullandığı su kaynağının ısısını yükseltmek suretiyle ekolojik dengeyi bozduğu, her an sızıntı gibi tehlikeleri bünyesinde barındırdığı, sürekli bakım onarım gerektirdiği  gibi gerçekler, onun çevre dostu olmadığını  anlamak için yeter de artar bile. Kaldı ki, nükler santraller salmadığı karbonu reaktörün yakıt çubuklarında  kullanılan uranyumun yeraltından çıkarılması, santralin inşaatı, uranyumun ve yakıt çubuklarının sevkiyatı gibi proseslerde yeterince üretiyor.

Maliyetler açısından ise uzun inşaat süreleriyle üzerine kümülatif bir hesap yaparsak, nükleer santrallerin astarının yüzünden pahalı olduğu, hatta bugün artık yenilenebilir enerjiler karşısında dezavantajlı  konumda olduğu biliniyor. Bu yazının amacı da zaten nükleer santrallerin negatif dışsallıkları ve yüksek maliyetleri ne dair şimdiye kadar yapılagelmiş tartışmaları tekrarlamak değil, bugün sonuçlarını tecrübe etmekte olduğumuz iklim değişikliğinin neden olduğu sıcak hava dalgalarının, tayfun, sel , fırtına gibi aşırı doğa olaylarının  nükleer santralleri  çok daha tehlikeli  bir konuma getirdiği üzerine  düşünmek. Zira bilim insanları, karbon emisyon oranlarının 2020’ye kadar düşürülmemesi halinde geri dönülmesi mümkün olmayan sürece gireceğimizi ilan etti. Kısacası eğer yaşam biçimimizi, alışkanlıklarımızı değiştiremezsek kimi yerde ciddi boyutlarda meydana gelecek kuraklıklar, kimi yerde aşırı yağmurlara bağlı su taşkınları, sıcak hava dalgaları, deniz seviyesinde yükselmeler ve bunların tetikleyeceği başka felaketler bizi bekliyor. [1] Dolayısıyla bu yazının konusunu da iklim değişikliğine bağlı yeni koşulların,  nedenleri ve nasıllarıyla nükleer santraller üzerindeki etkisi oluşturuyor.





Fukuşima Nükleer Felaketi’nden sonra yaşanan tayfunun etkisi

Aslında 2011 yılında başlayarak etkileri devam eden Fukuşima Nükleer Felaketi’nden anımsayacaklarımız  bu soru üzerine düşünürken hayal gücümüzü zorlamamıza gerek bırakmıyor. Nitekim üç reaktörde çekirdek erimesinin yaşanmasına bağlı olarak yayılan ciddi düzeydeki radyoaktif kirlilik, katı atıkların içinden sıyrılarak çuvallarda biriktirilmişken Fukuşima Nükleer Santrali’nin coğrafi ve meteorolojik konumu gereği fırtınalara  hortumlara maruz kaldığını, bu atıkların etrafa yayıldığını, denize sürüklendiğini, santralin içinin aşırı yağmurlarda  taşkınlara uğradığını , balçık haline geldiğini okuyoruz, biliyoruz. [2] Şimdi, su kaynaklarına muhtaç olan nükleer santralleri, iklim değişikliğinin yapacağı olası etkilere göre deniz kıyısında kurulu bulunanlar ve göl, nehir kıyısında kurulu bulunanlar olarak iki grupta ele alacağım.  Zira araştırmalar deniz kıyısındaki nükleer santralleri su taşkınlarının, göl ve nehir kıyılarındaki santralleri ise kuraklığa bağlı problemlerin beklediğini söylüyor.

Fırtına, gelgit, sel ve su taşkınları nükleer santralleri  tahrip edebilir

Uzmanlara göre en tehlikeli ve ürkütücü durumlar deprem ve tsunami gibi etki yapabilecek seller, fırtına ve iklim değişikliğine bağlı diğer hava olayları. Zira hatırlarsak Fukuşima Nükleer Santrali’nde   felaketin nedeni soğutma suyu sisteminin sular altında kalmasıydı, dolayısıyla bu noktada aşırı yağmurların, su taşkınlarının, sel olaylarının soğutma sistemini kullanılamaz  hale getirebileceği öngörülebilir. [3]  





Fort Calhoun Nükleer Santrali, sel altında Nebraska, ABD-Haziran 2011

Örneğin, 1992 yılında  meydana gelen Andrew kasırgası Florida, Biscayne Vadisi’ndeki Turkey Point Nükleer Enerji Santrali’ne ciddi zararlar vermiştir. Stanford üniversitesinden  araştırmacılar da,  2013 yılında ABD nin doğu kıyılarındaki nükleer santrallerin (New Jersey’de Salem and Hope Creek Nükleer Santralleri ; Connecticut’taki Millstone Nükleer Santrali ; New Hampshire’daki Seabrook Nükleer Santrali ) fırtınalara karşı  yüksek duvarı bulunması gereken işletmeler olduğunu modellemiş bulunuyor.Yine bilim insanları  tarafından yakın tarihte yapılmış olan bir başka  çalışma da  2050’ye kadar en az 4 nükleer santralin fırtınalarda su taşkınlarına mahal olacağını gösteriyor. [4]

Deniz kıyısındaki nükleer santraller için su seviyeleri yükselecek

Özellikle Fukuşima Nükleer Felaketi’nin başlamasından sonra  risklerin yeniden değerlendirilmesi amacıyla  yürütülen araştırmalar, deniz suyu seviyelerinin 2009 yılına kadar yılda 0,15 santimetre  yükselirken 2009 yılı itibariyle hızını arttırarak  yılda 0,32 santimetre yükseldiğini gösteriyor.




Deniz kenarındaki riskli santrallerden, San Onofre Nükleer Santrali, Kaliforniya, ABD

Ulusal Okyanus ve Atmosferik İdaresi (NOAA) ise bu yüzyılınn sonunda deniz seviyelerinin en iyi senaryoya göre  21, en  kötü senaryoya göre ise  210 santimetre yükseleceği anlaşılıyor.  Bu noktada belirleyici olan, küresel ısınmadaki  artışın 2 derece mi 4 derece mi olacağı, zira 2 derece olursa  7 nükleer santral su taşkınına karşı riskli duruma gelirken  ilave bir 2 derecelik sıcaklık artışı  6 santrali daha risk kapsamına alacak.[5]

Göl ve nehir kıyılarında kurulu nükleer santraller için en büyük risk: Kuraklık

İklim değişikliği nedeniyle oluşan sıcak hava  dalgalarının ise  su  kaynaklarını  kurutmaya dönük etki yapacağı düşünülüyor. Bununla birlikte bugün bile göl ve nehir  kıyılarında  kurulu bulunan nükleer santraller, soğutma sistemi için çekilen soğutma suyu, kaynağına devrolurken  3 derece daha sıcak olduğu için zamanla su kaynağının ısınması nedeniyle de yaz aylarında kapatılabiliyor. Örneğin ABD basınında yer alan bir habere göre 2008 yılında  nehir ve göl kenarındaki  104 reaktörden 24’ünde kuraklık yaşandı ve Alabama’da  bir reaktörün kuraklık dolayısıyla soğutma suyu seviyesindeki düşüş nedeniyle  geçici olarak kapatıldı. [6] Lakin nükleer santraller,  uranyum dolu yakıt çubuklarının sürekli soğutulmasını gerektiren sistemler olduğundan nükleer santral devrede olmasa bile uranyum dolu kullanılmış yakıt çubuklarının soğutulması  gerekecektir aksi halde vaziyet patlamaya sebebiyet verir ki bu da bir Çernobil ve ya Fukuşima’nın  daha  yaşanmasına yol açabilecektir.  [7]

 
Kuraklığın, soğutma suyu üzerindeki bir olumsuz etkisi de ekonomiktir. Zira soğutma su kaynağının aşırı ısınma nedeniyle etkin kullanılamaması  reaktörün soğutulmasına olanak tanımadığı için reaktörün aşırı ısınıp patlamaması amacıyla devreden çıkarılacaktır. Neticede  sürekli tam kapasite çalışmaya programlanan nükleer santrallerin böyle devreden çıkarılma zorunluluğu nükleer santralleri daha da verimsiz enerji kaynakları haline getirecektir.  Nitekim alışılagelen yüksek enerji talebini karşılayamayan düşük üretim miktarlarına bağlı olarak elektriğin fiyatı da  artacaktır. [8] Bu noktada devreden alıp çıkarmaların neden olacağı ilave bakım onarım maliyetlerinden bahsetmiyorum bile.
Washington Universitesi tarafından 2012 yılında yapılan araştırmanın sonuçları da oldukça çarpıcı, üstelik sadece nükleer santrallerin değil kömürlü termik santrallerin gelecekte yeri olmadığını gösteriyor. Rapora göre, 2031’den 2060 yılına kadar soğutma suyu kapasitesindeki azalışa bağlı olarak nükleer ve kömürden enerji üretiminin ABD’de %4-16, Avrupa’da ise  %6-19 oranında düşecek üstelik  zorunlu dönemsel durdurmaların sayısının da üç kat aratacağı hesaplanmış bulunuyor.[9] Burada altını çizmek istediğim iklim değişikliğine bağlı ortaya çıkacak sorunlardan korunmanın kömürlü termik santrallerden farklı olarak nükleer santraller için kapısına kilit vurmakla da bitmeyecek olmasıdır. Zira nükleer santrallerin  kullanılmış yakıt çubuklarının bile kullanım süresinin ardından en az 10-20 yıl havuzlarda dinlendirilmesi ve soğutulması gerekiyor.  Mütemadiyen soğutulmazsa küresel tehlike arz eden kullanılmış yakıt çubukları da dünyadaki yaşam açısından büyük risk taşıyor.

İklim değişikliğinin oluşturduğu yeni durumların, nükler santraller gibi ölümcül geri dönüşü olmayan tesislerin felaketi üretme yolları üzerine daha birçok şey yazılabilir lakin, burada kesmek adına diyebilirim ki:  Çok yakın bir gelecekte su kaynakları için savaşların bile yapılacağını öngörebiliyorsak, su kaynaklarımızın şirketlerle hükümetlerin el ele  kurduğu nükleer santrallere kurban edilmesini,  bir Çernobil veya bir Fukuşima Felaketi’ni daha deneyimlemeyi istemiyorsak  tavrımızı  net olarak ortaya koymak zorundayız. İklim değişikliğinin etkisiyle dış koşulların stabilizasyonundan eser kalmadığı, dünyanın suyunun gerekten ısındığı bir dönemde, su kaynaklarını kaynatan, emen, azaltan, bu şekliyle yeni bir  Çernobil’e, Fukuşima’ya gebe,  geri dönülmez felaketlere yol açması yüksek muhtemel  nükleer santrallerden kesinlikle derhal vazgeçilmelidir. Dolayısıyla Akkuyu ve Sinop projeleri için tek söylenebilecek söz : “Zararın neresinden dönülse kardır”olabilir .
Son notlar
[1] https://www.theguardian.com/environment/2017/jun/28/world-has-three-years-left-to-stop-dangerous-climate-change-warn-experts 
[2] https://yesilgazete.org/blog/2015/09/11/japonyada-tayfun-yuzlerce-ton-radyoaktif-suyu-okyanusa-supurdu/
[3] http://www.huffingtonpost.com/2014/05/19/maps-rising-seas-storms-threaten-flood-coastal-nuclear-power-plants_n_5233306.html
[4] http://news.nationalgeographic.com/news/2010/02/100226-water-energy-climate-change-dams-nuclear/
[5] http://news.nationalgeographic.com/energy/2015/12/151215-as-sea-levels-rise-are-coastal-nuclear-plants-ready/
[6] http://www.wral.com/news/state/story/2343605/
[7] http://news.nationalgeographic.com/energy/2015/12/151215-as-sea-levels-rise-are-coastal-nuclear-plants-ready/
[8] http://www.ucsusa.org/sites/default/files/legacy/assets/documents/nuclear_power/fact-sheet-water-use.pdf
[9] http://www.washington.edu/news/2012/06/04/nuclear-and-coal-fired-electrical-plants-vulnerable-to-climate-change/

Pınar Demircan   
Bu yazı ilk defa 02.07.2017 tarihinde Yeşil Gazete'de yayınlanmıştır.

15 Haziran’da her birimiz “hibakuşa” olmaya davet edildik!

Türkiye’nin içinde bulunduğu gerginlikleri, hareketli sosyo-politik yaşamını, anında değişebilen gündemini gözönüne alırsak, 15 Haziran günü de  bir çok olay yaşandı. Türkiye’nin ilk nükleer santrali olmaya  aday Akkuyu Nükleer Güç santrali(NGS)  için üretim lisansının verilmesi  bunlardan biriydi. Böylece bu ülkede  hatta ülkenin sınırlarını da aşan şekilde komşu coğrafyalarda yaşayan tüm canlıların,yaşamın geleceği Türkiye Hükümeti’nin ve  şirketlerin ellerine teslim edilmiş oldu. Neticede 3 Mart 2017 tarihinde başvurusu yapılmış bulunan  inşaat lisansının verilmesine doğru ilerlerken bir nevi “köprüden önce son çıkış tabelasını görmüş olduk. [1]


“En zararsız nükleer santral hiç kurulmamış olandır”

Tam bu noktada sivil toplum örgütleri tarafından Türkiye’ye defalarca davet edilerek Fukuşima Nükleer Felaketini ve izleyen süreçte  Japonya’da yaşananları anlatan Fukuşima Tanığı Toshiya Morita’nın Sinop’ta yaptığı bir sunumda [2] söylediği söz aklıma geliyor : “En zararsız nükleer santral hiç kurulmamış olandır. İlk nükleer santralin kurulmasına izin verirseniz arkası gelir, ilave reaktörler yapılır bir de bakmışsınız ki bizimki gibi 54 reaktörünüz olmuş.”Japonya Hükümeti’nin çalışabilir durumdaki 43 reaktörden  mahkemelerin halkın başvurusu üzerine  geçici tedbir kararı ile kapalı tuttuğu  40 reaktörü yeniden devreye alma ısrarı sürerken Morita’nın haklı olduğunu gösteriyor. Çok açık ki nükleere elini veren kolunu kaptırıyor. Aksi mümkün değil çünkü, nükleer santraller büyük nükleer zincirin sadece bir halkası ve nükleer endüstrinin diğer ayaklarını oluşturan uranyum madenciliği, nükleer atıklar, nükleer silahlanma gibi süreçlerle bağlantılı. Sadece nükleer santrallerin ortaya çıkış koşulları bile bu endüstrinin temelinde nükleer silahlanma ve denemelerin olduğunu gösteriyor.

“Hibakuşa” artık radyasyon mağduru insan anlamında

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) tarafından Japonya’nın Hiroşima ve Nagasaki şehirlerine  atılan atom bombalarının yakıp kavurduğu insanlardan geride kalanlar, atom bombasının yaydığı radyasyonu almış olanlar ve onların doğmamış çocukları, hatta torunları “Hibakuşa” olarak devam ediyor hayatlarına. İkinci Dünya Savaşı sonrası Japonya’sında hibakuşalarla evlenilmez, onlara iş verilmez çünkü fazla kalmayacaklardır, bu dünyada hem de tüm bilinmezlikleriyle bulaşıcı bir hastalık sanılır vaziyetleri.

“Nükleer atıklar, sızıntılar, uranyum madeni atıkları ve artıkları, nükleer silahlanma”hibakuşa olmayı vadediyor!

ABD’nin Hiroşima’ya Atom bombasını atmasından 66 yıl sonra meydana gelen Fukuşima Nükleer santral  felaketi  ise “Hibakuşa”olma halinin daha yüksek sesle telaffuz edilmesine sebep oluyor. 3 reaktörde meydan gelen çekirdek erimesi  esnasında atmosfere yayılan radyasyon ve bugün hala her gün denize karışan 400 Ton radyoaktif su  aynı Fukuşima’dan önce yaşanan nükleer denemelerin  yarattığı gibi kendi hibakuşalarını yaratıyor . [3] Şüphesiz normal seyrinde işleyen bir nükleer santral bile felaket boyutunda olmasa da nükleer atıklarıyla, sızıntı ihtimaliyle, bir başka ülkede uranyum madeninin çıkarılması aşamasında yerel halka yaşattıklarıyla dünya genelinde ekolojiyi dolayısıyla  tüm canlı yaşamını tehdit ediyor. Aslında nükleer santralleri , atıkları olan hemen her ülkenin  radyasyona ve radyoaktif kirlilğe maruz kaldığına dair kamuoyuyla paylaşılmayan hikayeleri var. Bu hikayelerden bazırlarını Nükleersiz.org‘un gerçekleştirdiği “Hibakuşalar Olmasın! sergi ve sunumunda anlatıyoruz, anlatmaya da devam edeceğiz.

“Rusya Federasyonu tarafından atıkların depolanmak veya gömülmek üzere ithal edilmesi yasak”

Diğer taraftan gelin şimdi Akkuyu özelinde ele alalım meseleyi. Zira herhangi bir sızıntı, bir kaza ya da patlama meydana gelmese bile Akkuyu NGS’den çıkan nükleer ve radyoaktif  atıkların roblem oluşturması için bir çok sebep var.  Öncelikli konumuz atıkların muhafaza edilmesi ki Akkuyu’da nükleer atıklar yıllardır nükleer karşıtlarının söylediği gibi  Türkiye’nin sorumluluğunda olup gelecekte yeni ekolojik problemlere işaret ediyor.  Bu konuda Çernobil Felaketinin 31. Yılı anmasında Mersin Nükleer Karşıtı Platform’un ev sahipliğinde gerçekleştirilen panelde Akkuyu NGS hakkında değerlendirmelerde bulunan Nükleer karşıtı aktivist Fizikçi  Andrey Ozharavsky de doğruluyor,  Rus ve Türkiye Hükümetleri arasında 2010 yılında imzalanan işbirliği anlaşmasının üstünden 7 yıl geçmişken atıklarla ilgili hiç bir planlama yapılmamışken Akkuyu NGS için üretim lisansının verilmesinin düşündürücü olduğunun altını çiziyor.
Nükleer karşıtı aktivist, Fizikçi Andrey Ozharovsky


“Akkuyu NGS Radyoaktif atık yönetiminden kendi sorumludur!”

Fukuşima felaketinden sonra dünya genelinde nükleer karşıtlarının ifade ettiği gibi nükleer atık problemi çözülemezken nükleer santrallerin tuvaletsiz bir evden farkı yok. Kaldı ki Türkiye Hükümeti’nin, Rusya Hükümeti ile 2010 yılında yaptığı işbirliği anlaşmasının 12. MaddesindeProje şirketi (Akkuyu NGS) nükleer santralin devreden çıkarılması ve atıkların taşınmasından ve radyoaktif atık yönetiminden sorumludur.”ibaresi bulunuyor. Ozharovsky bu noktada  Rusya Federal Hükümeti Kanunu’nun 48. Maddesi olan “Çevre KorumaRusya Federasyonu tarafından atıkların depolanmak veya gömülmek üzere ithal edilmesini yasakladığını hatırlatıyor. Üstelik kullanılmış yakıt çubukları için de aynı  maddede şu ifade bulunuyor: Rusyaya ait nükleer santrallerden çıkan kullanılmış yakıt çubuklarının Rusya Federasyonunda işlenmesi, işbirliği yapan taraflar arasında yapılacak ayrı bir anlaşmayla mümkün olabilir.

Rusya yasalarına göre “Radyoaktif atıkların işlendikten sonra üretildiği ülkeye geri gönderilmesine veya geri gönderilmesi taahhüt edilebilir”

Bu maddeden anladığımıza göre Rusya Federal  Hükümet yasaları yabancı kullanılmış yakıt çubuklarının ithaline yalnızca “gömmemek”suretiyle  sadece “geçici teknolojik depolama ve işleme” için izin veriyor.  Aynı maddede dikkat çeken bir de “Radyoaktif atıkların işlendikten sonra üretildiği ülkeye geri gönderilmesine veya geri gönderilmesi taahhüt edilebilir” ibaresi ki  Akkuyu’dan çıkan yakıt çubuklarının Rusya’da işlendikten sonra nihai depolama için üretildiği yere, yani Türkiye’ye geri gönderilmesi anlamına geliyor.  Bu noktada Ozharovsky  “nükleer yakıt çubuklarını işlemek üzere geçici depolama proseslerinin de Türkiye’ye bir maliyeti olacağının altını çiziyor.[4]

Atıklar için kurulacak ilave prosesler maddi manevi maliyet demek!

Tekrar Akkuyu NGS için üretim lisansının verilmiş olmasına dönersek, bu onay aslında Akkuyu’da atık üretilmesine ve kullanılmış yakıt çubuğu oluşmasına  izin verilmesi anlamına geliyor ki Türkiye’de henüz tehlikeli atıklarla ne yapılacağı bilinmediği gibi  ve atık yönetiminin bir maliyet hesabı da yapılmış değil.   Her halikarda Türkiye kendi radyoaktif atık depolarını ve kalıcı depolama alanını inşa etmek zorunda kalacak ve tüm  ilave proseslerin maliyeti de milyarlarca dolar tutacak.

Ekolojik vicdan lazım!

Peki ya maddi bir karşılıkla ölçülemeyecek maliyetler?  Nükleer atıkların maliyetinden sakınmak için bunların denizlere, göllere, dağlara  gömülme ihtimali ne kadar uzağımızda?  İzmir/Gaziemir’de mahalle ortasında gömüldüğü yıllar sonra ortaya çıkan nükleer atıklar bulunduğu bölgede ekolojik kirliliğe dolayısıyla sağlık sorunlarına  yol açtığı bilinirken, sorumluların suçlarını kabul etmesi bunun üstüne aksiyon alması için sivil toplum olağanüstü çaba göstermek zorunda kalırken  benzer bir hamlelerin karşısında aynı sorunları yaşamayacağımızı iddia edebilir miyiz?   Dahası, Dünyada ilk kez “yap-sahip ol- işlet” modelinde bir devletin bir başka ülke topraklarında nükleer santral kurmasına imkan veren,  %51 hissesi  her zaman bu ülkeye yani Rusya’ya ait olacak Akkuyu NGS’nin hele ki maliyetler bugün her tür değere üstün gelirken yaptıkları yapacaklarının teminatı olan  Cengiz’iyle Kolin’iyle ekolojik vicdana  sahip olabileceğini varsayabilir miyiz?  Akkuyu NGS  tüm bu nükleer riskleriyle ve eksiklikleriyle bize “Hibakuşa”olmaktan  başka ne vadedebilir?


Son notlar

[1] https://yesilgazete.org/blog/2017/06/18/akkuyu-ngs-icin-uretim-lisansi-zeytinin-son-dansi/

[2] https://yesilgazete.org/blog/2017/04/05/tbbnin-sinoptaki-sempozyumu-nukleer-santral-planlarinin-bu-gunku-ic-yuzunu-gosterdi/

[3]  Dünya genelinde hibakuşaların hangi olaylarla felaketlerle tecrübe edildiğini , nükleer zincirin halkalarını anlatmayı amaçlayan bir sergi yapıldı, daha detaylı bilgi için bkz https://yesilgazete.org/blog/2017/06/12/hibakusalar-olmasin-sergisi-istanbulda/

[4] http://bellona.ru/2017/05/05/akkuyu-rao/

 Pınar Demircan

Bu yazı ilk olarak 30.06.2017'de Yeşil Gazete'de yayınlanmıştır 


[COP 28] Nükleer enerjinin COP kararına girmesinin arka planı

  Küresel ısınmanın önlenmesi için ilki 1995 yılında gerçekleştirilen  COP  toplantılarının 28’incisine fosil yakıtlardan çıkışa dair somut ...