Farklı diller ve kültürler insanları, dolayısıyla toplumları
zenginleştirir, insanların olaylar karşısında farklı düşünme ve yorum
yapabilme kabiliyetini arttırır. Ben de kelimelerle oynamayı seven biri
olarak, geçen hafta Artvinli’lerin yaşam alanlarını canları pahasına
savunduğunu, boğalarıyla meydanları doldurduğunu izlerken şehrin adını
birden ingilizce “sanat” anlamına gelen “art” ile “kazanmak” anlamına gelen “win”
olarak okumaya başladığımı farkettim. Çünkü şubat ayında olmamıza
rağmen binlerce insanın aynı kararlılıkla bir direnişi günler, geceler
boyu bıkmadan usanmadan sergileyebilmesi bir sanattır ve Artvin’linin, Artvin’i savunan herkesin sesinin devletin yüksek makamları tarafından duyulması, bu direnişin sonunda sembolik de olsa hukuki sürecin izleneceği sözünün verilmesi de bir kazanımdır.
Öte yandan Artvin Cerattepe’deki kazanım henüz bir
zafer olarak algılanmamalı. Artvin’deki mücadeleyi yıpratmak için neler
yapılabileceğini dün gazetelerde yer alan uydurma bir haberle
Cerattepe’de direnenlerin Almanya’dan talimat aldığının iddia
edilmesinden de anlıyoruz. Bu yaklaşım Cerattepe’de olan biteni
anlamamak, küçümsemek hatta hor görmek demektir ve bunun bir sonraki
adımı da olsa olsa mücadeleyi bölmek ve direnişi kırmak için aksiyona
geçmek olacaktır. Zira atılacak bu adımlara ve ortaya çıkacak tabloya
yabancı değiliz. (Ekolojik mücadelenin ne olduğunu, hangi
hukuksuzluklarla karşılaşılabileceğini geçmişteki örneklerden biliyoruz,
kaldı ki Artvin, Cerattepe’nin altınına duyulan iştaha karşı tam 25
yıldır direniyor.)
Bu aksiyonun ne olacağını 14 Mart’ta gerçekleştirilecek bilirkişi keşfinden sonra hep birlikte göreceğiz. Diğer taraftan bu anlamsız iddianın kaynağını ise benim Ekim 2015’te Yeşil Gazete’ye yazdığım Çevre için Medya ve İletişim Çalıştayı’nın Almanya ayağındaki izlenim yazıları (Toplam 5 yazı) oluşturuyor. Bu noktada önce sizlere biraz çalıştaydan bahsetmek isterim.
Geçen yıl Ağustos ayında başlatılan Çevre için Medya
ve İletişim Çalıştayı’nın amacı, özellikle son dönemde su kaynaklarının
ve doğasının bozulması pahasına Karadeniz bölgesinde
yapılmak istenen enerji ve maden yatırımlarının yol açtığı/açacağı
öngörülen ekolojik bunalımları değerlendirmekti. Bu bağlamda kendi yaşam
alanındaki müdahalelere direnen aktivistlerle, bu ekolojik meseleleri
takip eden gazeteciler bir araya getirilerek grup içi bilgi alışverişi
sağlandı. Çalıştayın bir ayağı Almanya’da gerçekleştirildi. Almanya
dünyada endüstrileşmenin başını çeken bir ülke olmasına rağmen
yazılarımda da görebileceğiniz gibi 2023 yılına kadar nükleer
santrallerden vazgeçme kararı almıştır. Kömürün payı azalmakta,
yenilenebilir enerjinin payı da hızla artmaktadır. Almanya bunu
gerçekleştirir, gerçekleştirmez; halkını oyalar oyalamaz o ayrı bir
konudur, bizi burada ilgilendiren Almanya’nın enerji politikasının
geçirmekte olduğu somut değişimdir (ki bu planlarında ciddi
olduklarını göstermektedir.) Konutlarda merkezi elektrik enerjisi
yerine çatılara kurulan güneş panelleriyle elektrik ihtiyacının
sağlanıyor olması, elektrik fazlasının yine bireysel olarak enerji
dağıtım şirketlerine satılabilmesi, mahallelerin kendi kooperatiflerini
oluşturarak ekolojik yapıyı bozmadan insani ölçekteki kurulumlarla
rüzgar ve güneşten, mikro biyogaz tesisinden elektriğini üretmesi önemli
örneklerdir. Kısaca söylemek gerekirse Almanya’da gördüğümüz balık
yemek istersek balık tutabileceğimiz ihtimalidir. Bu ihtimal umudun
yamacına düşer.
Ekolojik problemlerle karşılaşan, bunalan, sırasında arka bahçesini,
yaşam haklarını savunurken, sağlığını, akıl sağlığını korumakta zorlanan
bizlerin en çok ihtiyacı olan şey de işte bu umuttur. En basit ifadeyle
Almanya yapmış, biz başarabilir miyiz? Nükleere, termik santrale muhtaç
mıyız sorusuna cevaptır bu umut. Dolayısıyla bu çalışmanın 5 günlük
kısmının Almanya’da yapılmasından ve bizim heyecan duyup
öğrendiklerimizi paylaşma arzusuyla yazmamızdan daha doğal bir şey
olamaz.
Umuda bugün herşeyden fazla ihtiyacımız var. Artvin’de yaşam alanını korumak isterken gaz kapsülünü eline alıp “Neden?” diye soran Dedenin, direnirken düştüğü için iki bacağı birden kırılan kadının, Yeşil Yol mücadelesi ile tanıdığımız “ Devlet kimdur? Halktır! Halk! diyen Rabia Ana’nın, dudağına gaz fişeği isabet eden gencin, İkizdere HES
projesinde “Can verirüz dere vermezüz” diyenlerin, umuda yani önlerine
sunulan seçenekten başkasının olduğunu bilmeye hakları yok midur?
Bilmeyelim mi dünyada neler olup bitiyor ? Hangi evrelerden geçiliyor,
hangi evreler ve devirler geride kalıyor?
Pınar Demircan
Bu yazı ilk olarak 26.02.2016 tarihinde Yeşil Gazete'de yayınlanmıştır.
Bağımsız araştırmacı, akademisyen. Nükleer santrallerin toplumsal, siyasi, ekonomik ve ekolojik boyutlarıyla tartışılmasını amaçlıyor. Bu doğrultuda bilim siyaset toplum, siyasal ekoloji ve politik sosyoloji alanlarında araştırma ve çalışmaları bulunuyor.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Kazdağlarını savunmak ve kurumların sessizliği: Yeni toplumsallık
Refik Durbaş ’ın “Çırak aranıyor” adlı şiirinin [1] “ Gurbet ne yana düşer usta/sıla ne yana/ Hasret hep bana/ bana mı düşer usta? diz...
-
Küresel ısınmanın önlenmesi için ilki 1995 yılında gerçekleştirilen COP toplantılarının 28’incisine fosil yakıtlardan çıkışa dair somut ...
-
Sınıraşan etkileri haiz nükleer tehlike nedeniyle 'başkaları' için de kaygılanmak Espoo Sözleşmesi’yle aralanacak kapıdan komşu ül...
-
Bugüne kadar nükleer santrallerin fosil yakıt kullanmadığı için“ çevre dostu ” olduğu iddialarıyla, nükleer enerjinin “ yeşil enerji ” ol...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder