28 Ağustos 2018 Salı

Nükleer karşıtlarından ulusaşırı buluşma

Hiroşima ve  Nagazaki’ye atom bombasını atılmasının 73. Yıl dönümü baz alınarak  6-12 Ağustos tarihleri arasında uluslararası antinükleer buluşma gerçekleştirildi.
6 ve 9 Ağustos tarihleri Amerika Birleşik Devletleri’nin atom bombasını  ilk kez insanlar üzerinde denemek amacıyla atmış olması nedeniyle nükleer gücün dünya genelinde duyulmasına vesile olduğu kadar nükleer karşıtı mücadele açısından da  mihenk taşı sayılıyor.
Fransa’nın güneyinde Narbonne şehrinde gerçekleştirilen etkinlikler, önceki adıyla Areva, bugün Areva’nın Oreno olarak ayrılan kısmı tarafından işletilen Malvesi Uranyum işleme tesisinden  3-4 kilometre mesafede gerçekleştirildi. Buluşmaya Belçika, Fransa, Almanya, Hindistan, Japonya, ABD’den Navajo Eyaleti yerlileri, Portekiz , İspanya, Rusya, Türkiye ve Vietnam olmak üzere  12 ayrı ülkeden  nükleer enerji konusuna ilgi duyan aktivist ve sivil toplum üyeleri bir araya gelerek sunumlar yaptı, bilgi paylaşımında bulundu.
Buluşmanın odağında  uranyum madenlerinin, nükleer silahların, nükleer silah tesislerinin, nükleer santrallerin saçtığı felaketlerin müsebbibi olan nükleer endüstri yer alırken, hükümetler de çevre ve insan sağlığı açısından son derece tehlikeli olduğu kadar terör riskine de tabi bulunan  bu santralleri destekledikleri için kınandı. Nükleer endüstrinin  desteklenmesi için demokrasi ve insan haklarının baskı altına alındığına da dikkat çekildi.
Etkinlik sonunda yayınlanan basın bülteni ile de uranyum madenlerinden radyoaktif atıklara kadar tüm nükleer zincirin son derece tehlikeli, anti demokratik olduğu ve nükleer enerjinin iklim değişikliğini azaltmak amcıyla karbondioksit salımını azaltmak için başvurulacak bir yöntem olmadığı bir kez daha  ifade edildi.
Okinawa Universitesi’nde Profesör, 2015 yılında Türkiye’ye de gelerek Sinop’ta röportajlar yapan 2014 tarihli yazımızlatanıştığınız Michiko Yoshii, Vietnam’ın nükleer enerji projesini nasıl terk ettiğini  paylaşmaktan mutluluk duyduğunu belirtti. Türkiye’ye gelen Fukuşima’nın erkek tanığı Toshiya Morita da yine katılımcılar arasındaydı.
Etkinliğin organizatörlerinden Herve Loquais dünya genelinde cesur insanları arkadaşça ve barışçıl ortamda  bir araya getirmekten gurur duyduklarını  söyledi.
ABD’de nükleer kolonyalizme karşı mücadele eden Navajo yerlilerinden Leona Morgan nükleersiz bir dünyanın mümkün olması için sınır aşırı buluşmaların ve birlikteliklerin çok önemli olduğunu ifade etti.
Etkinliğe Türkiye’den katılan gazetemizin yazarlarından, iklim ve enerji editörü nükleersiz.org  koordinatörü Pınar Demircan da farklı ülkelerde nükleer zincirin değişik halkalarına dair sorunları dinlemenin büyük resmi görmeyi, nükleer endüstrinin bütününü daha iyi tanımayı sağladığı yönünde bir değerlendirme yaptı.
Katılımcılar,  9 Ağustos günü çektirdikleri  Nükleer endüstriye “Dur” dedikleri fotografla Avustralya’da uranyum madenlerine karşı yine dünya genelinden katılımcılara çağrı yapılarak bugünlerde gerçekleştirilen “Ülkem için yürüyorum” Walkatjurra, Walkabout protesto turuna destek olmak amacıyla haberimizdeki fotoğrafla  dayanışma mesajı gönderdiler .

(Yeşil Gazete)

Sürdürülebilirlikten süründürebilirliğe

Tarihsel olarak Birleşmiş Milletler bünyesinde çalışan Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nun 1987 yılında yayımlamış olduğu “Ortak Geleceğimiz” adlı rapor ile tanışılan sürdürülebilirlik kavramının özü “İnsanlık; doğanın gelecek kuşakların gereksinimlerine cevap verme yeteneğini tehlikeye atmadan, günlük ihtiyaçları temin ederek, kalkınmayı sürdürülebilir kılma yeteneğine sahiptir” açıklamasına dayanır. Ancak bugün artan nüfus ve aşırı tüketimin sonuçlarıyla yüzleşmekte olduğumuz üzere, kapitalist sistem içerisinde ne üretkenliğin ne de çeşitliliğin gözetilmesi mümkündür. Bu düzen içinde süreklilik ilkesinin dolayısıyla sürdürülebilirliğin illüzyondan ibaret olduğu gün geçtikçe daha net anlaşılmaktadır.
Her zaman genişlemek için kendi dışındaki unsurlara ihtiyaç duyan kapitalizm için büyümenin sınırlarının olmadığına ve sineğin yağının çıkarılmak zorunda olduğuna  kuşkusuz birçok örnek verilebilir. Misal İstanbul’daki adalarda ulaşım alt yapısını sağlayan faytonculuk uygulamasını düşünelim: Haziran ayında kamuoyu gündemine tekrar geldiği üzere faytonlara koşulan atlar uzun süredir bakımsızlık, kazalar ve kötü muamele sonucu büyük suistimale uğratılıyordu ve insan-hayvan ilişkisinde sürdürülebilirlik ideali kaçınılmaz olarak atların aleyhine bir “süründürebilirliğe” dönüştü. Bu konuda yasal düzenleme ve yaptırımlar da uygulanmadığından mağduriyetin ortadan kalkması için failin cezalandırılması yerine mağdurun yok edilmesi bir çözüm olarak görüldü. Sonuçta faytonların silueti adalardan silinirken atlara ne olacağı merak uyandırıyor, bununla birlikte çok yakında adalarda atların elektrikli araçlarla ikame edileceği açıklandı bile.
Fayton deneyimi yakın gelecekte insan emeği için de benzer çözümler üretileceğinin göstergesi gibi: Bu kez insanın insan türünü enterne edeceği aşikar. Kaldı ki bugün bazı üretim ve hizmet sektörlerinde insan odaklı makine kullanımının dışına çıkılarak direkt makineler de kullanılabiliyor. Diğer taraftan insan benzer bir ilişkiyi de üretim faktörlerinden saydığı doğal kaynaklar üzerine kurmuş durumda. Nitekim onyıllardır iklim değişikliği, gezegenin yaşanması zor bir yer haline gelmesi nedeniyle çanlar insan türü dahil tüm canlılar için çalıyor. İklim değişikliğine yol açan sera gazı oluşumunu dolayısıyla küresel ısınmanın başlıca nedenlerinden sayılan bireysel tüketim alışkanlıkları ile enerji üretimi esasen doğal kaynakların yerin altından çıkartılarak işlenmesi ve kullanılması süreçlerini izliyor.
Madenlerin yer altından çıkarılması için harcanan teknolojinin ve kullanılan kimyasalın toprağı dolayısıyla bitki örtüsünü nasıl zehirlediği, yerin üstünün altından daha değerli varsayıldığı hemen her toplumun tarihselliği içinde söylenegelmiştir. Dünya genelinde nükleer santrallerde kullanılan nükleer yakıtının imalinde kullanılan uranyum ham maddesinin çıkarılmasıyla nesiller boyu ölüm tehdidiyle karşı karşıya kalan Aborjinler de Avustralya’da yaşadıkları benzer kaderi mitolojileriyle ölümsüzleştirmiştir: “Beyaz Adamın Avustralya’ya ayak basmasıyla Gökkuşağı yılanı imajı da doğar.
Aborjin mitolojisine göre Yule river kıyılarında Njamal topluluğunun toprakları içinde uyuya kalan dev yılan, yeraltı kaynakları üzerinde insanın kontrolünün ötesinde bir kontrole sahiptir. Yeraltı kaynaklarını çıkarmak yılanı rahatsız etmek ve uykusundan uyandırmak demektir. “Uykusundan uyandırılan yılan gün gelip insandan intikamını alacaktır” düşüncesi bugün aktivistlerin kullandığı “Bırak yerin altında kalsın!” sloganının haklılığını teslim etmektedir. Uranyum, kömür, altın, petrol ve diğer yeraltı kaynakları… sürdürülebilir gelecek yeraltı kaynaklarının yer altında bırakılmasıyla mümkündür. Kaynağında sınırlı, sonlu, kirletici kaynaklar sürdürülebilirliğin değil ancak insanın kendisi dahil tüm canlıları süründürebilirliğinin garantisi olabilir.
Bu yazı yeniyasamgazetesi.com/ dan alınmıştır

Pınar Demircan

‘Yenilenebilir Hiroşima’lar

Bugünün popüler terimi“yenilenebilir”, çoğunlukla “enerji”nin tamlayanı şeklinde kullanılıyor. İçinde geleceğe dair yeşil umutlar barındıran bu terimi Hiroşima’yla buluşturmaktaki amacım ise, 6 Ağustos’ta Hiroşima’ya ve 9 Ağustos’ta Nagazaki’ye atom bombalarının atılmasının yetmiş üçüncü yıldönümünün ruhuna uygun şekilde nükleer enerjinin tarihselliğine dikkat çekmek.
Zira metalaştırılmasına ek olarak coğrafyalar arası hareketlilikle yaygınlaşan nükleer santraller, kaza riskleri artarken en az nükleer savaş ihtimali kadar Kıyametin (Doomsday) kilit taşlarından birini oluşturuyor. Bununla birlikte geleceğe dair söylenecek ne varsa, artık iklim değişikliği koşullarından bağımsız olamayacağı için “Hiroşima” etkisi yaratacak diğer bazı risklerin de öngörülmesi gerekiyor.
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) 73 yıl önce, bugün övündüğü nükleer teknolojisini ilk kez yoğun nüfuslu şehirler üzerinde deneyerek Hiroşima ve Nagazaki’de yüzbinlerce cana kıymış, gelecek nesilleri dahi ölümle tanıştırmış, hayatta kalanları Japonca radyasyon mağduru anlamına gelen “Hibakuşa” eylemişti.
İzleyen yıllar içinde nükleer gücünü test etmek isteyen diğer ülkelerin nükleer denemeleri; meydana gelen nükleer santral kazaları; atıklarla ilgili sorunlar; uranyum madenlerinin doğayı zehirlemesi gibi nükleer çevrim süreçleri Hiroşima’nın akıbetini tekrarladı, kendi“Hibakuşa”larını imal etti. Bugün yaşananlara bakılırsa, yakın gelecekte iklim değişikliği koşullarının da nükleer santral ve diğer nükleer çevrim süreçlerini zorlayacağı anlaşılıyor.
İleri teknoloji ürünü olarak sürekli geliştirmeye tabi tutulsalar da, nükleer santraller doğa ortamında kuruludur ve dış ortamdan bağımsız değildir. Soğutma suyunu denizden, gölden veya nehirlerden alan reaktörler pek tabi ki su kaynaklarının iklime bağlı olarak yükselmesi/alçalması/kuruması nedeniyle bunların uğradığı değişimlerden payını almaktadır.
Yine iklim değişikliğinin meydana getirdiği şiddetli hava olayları nükleer santrallerin fırtınalara, şiddetli hava olaylarına, büyük yangınlara maruz kalması demektir. Nitekim geçen sene Eylül ve Ekim aylarında Florida’da meydana gelen nefesimizi tutarak izlediğimiz Harvey ve Irma kasırgaları malumun ilamı anlamına gelmişti. Sel sularının nükleer santralleri basması nükleer santralin soğutma sistemlerinin arızalanması ve tesis içindeki nükleer atıkların da sular altında kalması demektir. Bunun için Fukuşima santral sahasındaki tonlarca atığın sel sularına nasıl kapıldığını hatırlamak yeter. Kaldı ki deniz seviyesindeki yükselmeler santraller için bu anlamda daimi tehdittir.
Diğer taraftan iklim değişikliğinin tetiklediği bir diğer zorluk da kuraklıktır. Yıllar önce bugün tamamen kurumuş bulunan Aral Gölü’nün kıyısına da bir nükleer santral kondurulmuş olmadığı için kendimizi şanslı sayabiliriz. Zira bugün Avrupa’da, 2018’in kavurucu sıcakları neticesinde normal değerlerin üstüne çıkan deniz suyu sıcaklıkları nedeniyle nükleer santraller elektrik üretimini durdurmak zorunda kalıyor. Bunlardan biri Helsinki’den yüz beş kilometre mesafedeki Finlandiya’nın Lovisa Nükleer Santrali. Temmuz ayında üretimini kısan Fortum Şirketi, 2010 ve 2011 yıllarında da ısınan soğutma suyu nedeniyle benzer bir olay yaşamıştı. Fakat yetkililerin açıklamaları bu yıl her zamankinden daha sert bir sıcak hava dalgasının deneyimlendiği yönünde. Yine normal şartlarda bu mevsimde artan su sıcaklıkları nedeniyle İsveç’teki Forsmark Nükleer Santrali ile Almanya’daki santraller de enerji üretimini yüzde birkaç oranında kıstı.
Nihayet bu örnekler dünyanın geleceği üzerine karar verici konumunda olan siyasi iktidarlar için, bilim insanlarının işaret ettiği risklerin teyidi anlamına gelmelidir. Yine de, nükleer santralleri yaşamsal tehdit olarak görmeyenlere, tesislerde güvenlik açısından zorunlu olan devreden çıkarmaların karşılığını “elektrik üretiminde verimlilik düşüşü” şeklinde okumaları önerilebilir.
Siyasi iktidarlar hiç değilse iklim değişikliği risklerinin halihazırda öngörülemeyen inşaat, işletim ve atık maliyetlerini arttıracağını, dolayısıyla bu yatırımların ölü yatırımlara dönüşebilme ihtimalinin bulunduğunu dert edebilirlerse, belki kendilerini“Yenilenebilir Hiroşima”ların imalatçısı olmak durumundan çıkarabilirler.
Bu yazı yeniyasamgazetesi.com/ dan alınmıştır

Pınar Demircan

Gaziemir, Nükleer Düzenleme Kurumu’nun ilk imtihanıdır!

Risklere dair bilgi edinmek ve önlem almak için başvurulan bir yöntemdir simülasyon çalışmaları. Hatırlarsınız Akkuyu için Ruslarla uluslararası anlaşma yapıldıktan sonra Greenpeace Akdeniz’in girişimleriyle orada başlayacak bir nükleer felaketin Türkiye’yi ve komşu coğrafyaları nasıl etkileyeceği bir meteoroloji simülasyon çalışması ile ortaya konmuştu. Şüphesiz benzer simülasyonlar Sinop ve İğneada için de denenebilir, radyasyon yayılımına dair rüzgarın yönüne göre meteorolojik öngörülerde bulunulabilir. Bazı tecrübeler de simülasyon gibidir. Sorun yaratan olaylar ve vakalar karşısında siyasi iktidarların gösterdiği refleksler, benzer sorunlar karşısında takınacakları tavırların emareleridir. On bir yıl önce Gaziemir’de tespit edilmiş olan nükleer atıklar bugün hala çevre ve insan sağlığını tehdit ederken, iki hatta üç nükleer santral sahibi olmanın hazırlığı içindeki hükümetin tavrı da bu açıdan düşünülmelidir.
Gaziemir’in Emrez Mahallesi’ndeki Aslan Avcı Kurşu Fabrikası’na ait arazide, 2007 yılında yapılan ölçümlerle tespit edilen on tonluk cüruf içindeki kimyasal ve nükleer atıklar için hiçbir önlem alınmıyor. Oysa 2013 yılında bu işletmenin sahiplerine 5,7 milyon TL ile Türkiye’nin en yüksek çevre cezası kesilmişti. Bugün ise sanki radyasyon tellerle durdurulurmuş gibi çitlenen araziye oyun oynamak isteyen çocuklar ve serbest dolaşan hayvanlar giriyor, her yağmur yağdığında toprakta ne varsa biraz daha fazla havaya karışıyor… Bırakın nükleer atıkların berataraaf edilmesini, sorun yüksek maliyetleri üstlenmek kadar ciddi ve samimi aksiyonların alınmasını gerektirdiği için yok farz ediliyor. Kaldı ki fabrika arazisinde tespit edilen nükleer atıklar aynı zamanda Türkiye’de nükleer atık ticaretinin yapıldığının da ispatı! Zira bu nükleer atığın içinde tespit edilmiş olan Europium (EU) 152 radyoizotopu yalnızca nükleer reaktörlerin kontrol çubuklarında bulunuyor. Yarılanma ömrü on üç yıl olup dahili ve gamma ışını yayması nedeniyle de harici radyasyon maruziyetine yol açma süresi yüz otuz yıla uzanan EU 152, ortalama yetmiş-seksen yıllık insan ömrüne ve seçimle gitmeyecek hükümetlerin iktidar sürelerine göre bile daha uzun süre etkili. Fakat Türkiye nükleer santral planları yapıyor ve nükleer reaktörlerdeki izotoplar çok daha çeşitli ve etkisi yüzbinlerce yıl devam ederek doğamamış nesillerin sağlıklı yaşam hakkını bile tehdit edecek türden.
Diğer taraftan 24 Haziran 2018 tarihinde yayınlanan bir Kanun Hükmünde Kararname (KHK)ile kurulan Nükleer Düzenleme Kurumu’muz (NDK) var artık. Görev ve sorumlulukları nükleer enerji ve iyonlaştırıcı radyasyona ilişkin faaliyetlerin yürütülmesi olan NDK Gaziemir için ne yapacak? Çalışanların, halkın, çevrenin ve gelecek nesillerin iyonlaştırıcı radyasyonun olası zararlı etkilerinden korunmasına yönelik uygulanması gereken temel ilke ve esasları belirleme yetkisine haiz, tarafların sorumluluklarını bu faaliyetler üzerinde düzenleyici kontrol yetkisini tayin edecek olan NDK buradaki nükleer atıklar için ne tür aksiyonlar alacak? Zira aynı KHK’nın altıncı maddesinin dördüncü fıkrasının (d) ve (e) bendleri ise Gaziemir vakasında açıkça TAEK’in sorumlu olduğuna işaret ediyor.
2014 yılında sivil toplumun çabalarıyla gündeme taşınmış olan Gaziemir’deki nükleer atık vakası şüphesiz nükleer santraller kurup onları idare etmeyi arzulayan bir NDK için önemli bir referans olacak. Bu noktada NDK’nın sivil toplum ile arasında konsensüs oluşturmasını mümkün kılacak yegane adım, nükleer atıkların TAEK tarafından Küçükçekmece merkezine götürülerek orada imha edilmesini sağlamasıdır. Zira yapılanlar yapılacakların teminatıdır: Gaziemir’den yola çıkarak NDK’nın Akkuyu ve Sinop’ ta yaşanacak bir nükleer felaket halinde toplum lehine çözüm odaklı olup olmayacağını öngörmek de mümkündür.
Bu yazı yeniyasamgazetesi.com/ dan alınmıştır

Pınar Demircan

Tren faciasından nükleer KHK’sına

Son günlerde yaşadıklarımızın bizi tarihsel bir izlekte buluşturduğunu hemen herkes fark etmiştir. 8 Temmuz günü Tekirdağ’da meydana gelen elim tren kazasına dair haberleri duyduğumuzda anladık, biz bu acıyı tanıyorduk. Belleğimiz 14 yıl önce 22 Temmuz’da yaşanan Pamukova “hızlandırılmış tren” faciasını hemen ortaya çıkardı. Normal trenin hızlı sürülmesinden “hızlandırılmış tren” üreten ve bunu kamunun hizmetine “icraat” olarak sunan zihniyetin ‘Kara Tren’ türküsüyle açtığı tren seferleri o gün onlarca hayatı karartmıştı.
Aradan yıllar geçmiş olsa da iki kazanın sonuçları çok benzer, keza nedenleri de öyle.
Öncelikle bu kazaları hazırlayan nedenler arasındaki temel benzerliğin kamu yararını ve güvenliğini ikinci planda gören politika ve uygulamalar olduğunu görüyoruz. Zira her iki vakada da ciddi alt yapı eksiklikleri söz konusu. Altyapı yetersizliklerinin ise atlanan bakım onarım çalışmaları ve denetimlerle; uzman uyarılarının dikkate alınmamış olmasıyla faciaya davetiye çıkardığı anlaşılıyor.
Nitekim arşivlere baktığımızda Pamukova tren kazası için Prof. Aydın Erel’in şu sözlerine rastlıyoruz: “Bu olay kaza sayılmaz çünkü ben daha önce uyarmıştım. Taşıt ile yol arasındaki uyum çok önemlidir. Rayların  kulp genişliği dar, alt yapısı uygun olmayan raylarda trenler hız yapmamalıdır” .
Tekirdağ’daki tren kazasının bir farkını ise TMMOB’un da basın açıklamasında ifade edildiği gibi kamusal bir hizmet olan demiryollarının özelleştirilerek demiryolu taşımacılığının ticarileştirilmesinde görüyoruz. Basın açıklamasında nitelikli personelin azaltıldığına, teknik olarak da lokomotif bakım ve yol bakım atölyelerinin işlevsizleştirilerek küçültüldüğüne hatta bir kısmının eleman yetersizliği nedeniyle kapatıldığına da dikkat çekiliyor.
Anlaşılan o ki, Türkiye’yi “şirket” gibi yönetmeyi planlayanlar, şirketlerde ISO 9001 kalite yönetimi, ISO 14001 çevre yönetimi, ISO 18001 İşçi sağlığı ve İş güvenliği yönetimi sistemlerinin uygulandığını, hatta risk yönetiminin kurulmasına çalışıldığından bihaber. Dolayısıyla devletin yeni yönetim tarzının hedeflediği şirket yönetiminden fersah fersah uzak olduğu, bu tarz bir işleyişin daha çok bakkal dükkanınkine benzediği ortada. Bu bahisle ne şirket yönetimine bir güzelleme yapma, ne de küçük güzel şirin bakkalları yerme niyetindeyim.
Diğer taraftan iki yıldır bizi yöneten KHK’ların dün bir de Nükleer Denetleme Kurumunu (NDK) oluşturduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Üyelerini Cumhurbaşkanı’nın atayacağı beş kişilik kurulun nükleer santrallerle ilgili her tür kararı alacak olması düşündürücü. Hatta mali ve idari özerkliği olacağı iddia edilen bu ekip isterse yüzde 51’i NDK’ya ait olan Nükleer Teknik Destek (NÜTED) Anonim Şirketi de kurulacak.
Defalarca yazmışımdır, Fukuşima Nükleer Felaketi’nin nedenlerinden biri denetimlerin yeterli ve doğru yapılmaması ve siyasi iktidarla nükleer santral işletmecisi Tokyo Elektrik Şirketi’nin işbirliğidir. Nitekim tarihte ilk kez yargı bir şirket ve dönemin hükümetini Fukuşima Felaketi’nin meydana gelmesinden birlikte sorumlu tutmuştur. Kuşkusuz bu “ilk”te yargının cesaretinin de payı var.
Bağımsızlık ve özerklik demişken, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na (IAEA) göre bu ilkelerin Nükleer Düzenleme Kurumunda izdüşümünü görmenin tek yolu siyasi karar vericilerin NDK’nın idari işlerine karışmamasından geçiyor. Zira görevler ayrılığı ilkesine uyulması, teknokrat baskısı altında kalınmadan karar verilmesi dolayısıyla nükleer güvenliğin sağlanması için elzem. Aksi halde örneğin santralde nükleer kaza veya sızıntı olduğunda, NDK siyasi iktidarın temsiliyetinin zarar görmesinden çekinerek halkı paniğe sevk etmemek için açıklama yapmayabilir, gerçekleri halktan gizleyebilir. Öyle olmasa dahi şeffaflık olmayacağı için toplum nükleer paranoyalar geliştirebilir.
Bu durum devletler için de geçerlidir… İsrail 7 Haziran 1981 yılında Irak yönetiminin nükleer silah sahibi olmayı planladığını öngörerek Irak’ın yeni kurduğu Osirak reaktörünü, Operasyon Opera adını verdiği bir füze saldırısı ile vurmuştur. Yakıt yüklemesi yapılmadığı için çevre ve sağlık açısından bir tehdit oluşmadığı açıklanmış ve zarar Irak’a milyarlarca dolara mal olan ekonomik külfetle atlatılmıştır. Irak’ın bu tecrübesinin yeni bir tarihsel izlek oluşturmaması dileğiyle.
Bu yazı yeniyasamgazetesi.com/ dan alınmıştır

Pınar Demircan

Bulgaristan sahilinde yüksek radyasyon seviyeleri!

Bulgaristan’ın güneyinde, Karadeniz’in batı kıyısında yer alan Chernomorets Köyü’ndeki Vromos sahilinde olağan seviyelerin üstünde radyasyon tespit edildi!

Sebep bakır madeni!
Zira Karadeniz’in kıyısındaki Vromos Körfezi  1954-1977 yılları arasında bakır fabrikası Rosendeki su taşkınları nedeniyle  ağır sulfik asit minarallerinin neden olduğu bir kontaminsayona uğramış durumda.
Haberin duyulmasından sonra sahildeki  ağaçların arasına plaja girmenin sağlık sorunlarına neden olabileceği yazan bir uyarı tabelası asıldı.
1980’li yıllardan itibaren yüksek radyasyon* olup olmadığının anlaşılması için bölgede sağlık ekiplerinin her yıl  yaptığı ölçümlere göre  son iki senenin sonuçları öncesine göre daha yüksek.  6 Temmuz 2018 tarihli Bulgaristan haberlerine göre radyasyon normalin 50 katı, plaja giriş ise yasaklanmış değil. Giriş çıkışların tamamen tabelayı görmesi, haberleri duyması beklenen  insanların insiyatifine bırakılmış durumda.
Bölge Sağlık Müfettişliğinden Verginia Tsanova  plajda kuma karışmış radyoaktivitenin toplam ömrünün 100 yıl kadar olduğunu belirterek şöyle bir açıklama yapıyor:
Özellikle kumda oynayan küçük çocuklar açısından tehlike sözkonusu ve yıllar içinde yetişkinlere de kanser tanısı konabilir”.
Müfettiş Tsanova “Radyasyon kanserojen ve genetik mutasyonlara yol açabilir ki özelikle çocuklarla hamile kadınlar açısından tehlikeli” diye de ekliyor.
Plaja girişlerin yasaklanmamasına ilişkin ise “Biz  girişleri yasaklayamayız buraya gelmekya da  gelmemek insanların kendi tercihi”olduğunu söylüyor.
Plaj görünümüyle özellikle çocuklu aileler için çok cazip.
1998 yılında kapatılan Rosen madeni on yılardır yaydığı radyasyonla çevre ve insan sağlığını tehdit ediyor.  2010 yılında da birkaç kez gündeme gelmiş olan  radyoaktivite haberleri ciddiyetini arttırarak koruyor.  En son 25 Kasım 2016Bulgaristan Jeofizik Konferansında Karadeniz’de Vromos Körfezi radyometrik araştırması tebliğiyle bilim insanları tarafından doğrulanmış bulunuyor.
*Düşük doz radyasyon yoktur.  Radyasyonun her dozu zararlıdır fakat doz arttıkça tehlike de artar .
Pınar Demircan
(bnr, novinite,Yeşil Gazete)

Ekonomik krize nükleer tüy dikmek – Pınar Demircan

Halihazırda iyiye gitmeyen bir durumu daha da kötüleştirecek eylemlerde bulunulması anlamına gelen “tüy dikmek” deyimi siyasi iktidarın ekonomik kriz koşullarını yönetemeyişini ifade etmek için birebir. Zira hükümet, 15 Temmuz 2016 tarihinden itibaren hak ve özgürlükleri OHAL baskısı altında tutarak 1930’ların Almanya’sını anımsatan Türkiye’de bu koşulları, iktidarını destekleyen“Büyük ve güçlü Türkiye” ambalajına sardığı işlerini gerçekleştirmek amacıyla da kullanıyor. Nitekim 220 milyar dolarını 2018 yılı sonuna kadar ödemek zorunda olduğu toplam 453 milyar dolarlık dış borç sahibi olan Türkiye’nin Kanal İstanbul, nükleer santraller, üçüncü havalimanı gibi mega projeleri bulunmakta. Bununla birlikte kamuoyuna resmi rakamlarla %12,5 olarak açıklanan 2018 enflasyon oranı, dolardaki artış karşısında değer kaybeden Türk Lirası’nı ve tüketicilerin sık kullandığı ürünleri dikkate alan analizlere göre, aslında 3,2 kat fazla yani %38,5 seviyesinde. Faizlerle dolar kuru arasındaki dengenin kurulamamasına ek olarak çarşı pazar fiyatlarına enflasyon haricinde bir de değişen iklim koşulları gibi nedenlerlefiyat  artışının  yansıması da cabası. Ancak bu ortamda dahi siyasi iktidar Trakya için öngördüğü nükleer santral projesini seçim zamanı kamuoyuyla paylaşma ihtiyacı duydu ve “nükleer güç imajını” bir kez daha siyasi populizm aracı yaparak seçim kampanyası için kullandı. Oysa değil üçüncü bir nükleer santrali, Türkiye hükümetinin 2013 yılında Japonya ile imzaladığı Türkiye’nin ikinci nükleer santral projesi olarak planlanan Sinop Nükleer Santrali’ni bile gerçekleştirmesi birçok soru işareti barındırıyor.
Nükleer santral projeleri dünya genelinde uzun inşaat süreleri, işletim, atık, söküm süreçlerinin hesaplanamayan maliyetleri ile ciddi ekonomik risk teşkil ediyor. Nitekim Sinop Nükleer Santral Projesi’nin anlaşma üzerindeki fiyatı fizibilite çalışmalarının sonucuna göre öngörülenin iki katına yani 20 milyar dolardan 40 milyar dolara çıktı. Bunun en büyük sebebi ise Türkiye’nin bir deprem ülkesi olması. Konuyla ilgilenen okuyucularımız anımsar, Sinop Nükleer Santral Projesi’ni kurmakla görevlendirilen Mitsubishi Şirketi mayıs ayında projenin maliyetinde gerçekleştirecekleri revizyonun sonucunu Temmuz ayında açıklayacaktı ki bu, açıklamanın seçim sonrası yapılması demekti. Ancak Mitsubishi A.Ş.’nin Başkanı Shunichi Miyanaga Japon Asahi Gazetesi’ne 20 Haziran günü bir röportaj verdi ve nükleer santral projesinin ilerlemeyebileceğini Japonya içinde duyurmuş oldu. Miyanaga yaptığı açıklamalarla Türkiye’de deprem riski olduğu için nükleer santralin kurulması amacıyla hesaplanan maliyetlerin en az iki katına çıkaracağını paylaştı. Açıkça Sinop Nükleer Santral Projesi’nin gelecek vaat etmediğine dair değerlendirmelerde bulunan Miyanaga, bu durumun nedenlerinden biri olarak nükleer santral projesi kapsamında çok fazla şirketin yüksek maliyetlere rağmen birlikte hareket etmesindeki zorlukları görüyor. Bu nedenle en son Japon Itochu’nun projeden çekildiği gibi başka şirketlerin de projeden çekilmesi söz konusu olabilir. Kaldı ki Miyanaga’ya göre sekiz yıldır Fukuşima nükleer santral felaketinin neden olduğu ağır maliyetlerle boğuşan Japonya’nın yurt dışı projeleriyle kaynak arayışındayken maliyetlerini düşürmesi, kâr etmeye çalışmaması neredeyse imkânsız. Açıklanan diğer bir neden ise nükleer santrallerin inşaat süreçlerinin uzun sürmesi ve projenin Türkiye Hükümeti’nin arzu ettiği gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun yüzüncü yıldönümü olan 2023’e yetişmesindeki zorluk.
Özetle, inşaat maliyeti ikiye katlanan Sinop Nükleer Santral Projesi, bu proje için hükümetlerarası anlaşmaya imzaların atıldığı günden bugüne dolar kurunun Türk Lirası karşısında üç buçuk kat güçlendiği de göz önüne alınırsa, Türkiye açısından en az yedi kat zarar edilecek bir iş haline geldi. Hazır Japonya tarafından Sinop Nükleer Santral Projesi ile ilgili yukarıda açıkladığım itiraflar gelmişken, siyasi iktidar ekonomik krize tüy dikecek bir aksiyon almaktan kaçınmalı ve projeyi iptal etmelidir. Kaldı ki Sinop Nükleer Santral Projesi bir örnektir: Kaza halinde yaşanacakların yanısıra yalnızca ekonomik yük olması ihtimaliyle bile ki, yüz milyarlarca dolarlık atık maliyetleri henüz bu hesaplara dahil edilmiş değil, reaktör inşaatına başlanmış dahi olsa Akkuyu Nükleer Santral Projesi’nin terk edilmesi elzemdir.

Bu yazı yeniyasamgazetesi.com/ dan alınmıştır


Pınar Demircan

“#NükleercilereOyYok!” ve Ötesi

Gazetemiz iklim ve enerji haberleri editörü Pınar Demircan‘nı Yeni Yaşam Gazetesi’ndeki ilk yazısınıpaylaşıyoruz
Yeni Yaşam Gazetesi’ndeki bu ilk yazım tarihin belki de en önemli siyasal seçiminin öncesine denk geldiği için “Merhaba” derken, gelecek tercihimizin siyasilerin görev süresini aşan konularda da belirleyici olacağına değineceğim. Zira mevcut siyasi iktidar nükleer santral sahibi olmak istiyor ve bunun için uluslararası güvenliği tehlikeye atan şekilde hükümetlerarası anlaşmanın dünyadaki ilk örneklerini verdi. Nükleer santrallerin genel ekolojik riskleriyle ülkemizdeki projelerin konumlandırıldığı yerlerle ilgili riskler  proje sahipleri tarafından gözardı ediliyor. Hukukun arkasından dolanılması ve OHAL imkanlarının da kullanılarak sivil toplumun sesinin kısılması ise  #NükleercilereOyYok kampanyasını ortaya çıkardı. Ancak, siyasi iktidarın neoliberal alışkanlığını nükleer santraller gibi uluslarası standartlara uygunluk gerektiren süreçlerde sürdürmesi nükleer risk koşullarını arttırırken, nükleer santralleri de siyasi güç değil yük haline getirebilir.
Nükleer santrallerin ortaya çıktığı zaman ve uzamın ötesinde tüm dünya için sürekli tehdit oluşturduğu, en çok yaşanan felaketlerle anlaşılmıştır. Nitekim, otuz iki yıl önce meydana gelen Çernobil Nükleer Felaketi’nin kızıl ormanında iki gün önce çıkan yangın, yapraklara tutunan yüksek dozda radyasyonun atmosfere bir kez daha yayılmasına yol açtı. Bu olayın tekrar olmayacağının garantisi yok. Diğer taraftan birkaç gün önce Ukrayna’daki ineklerin sütünde radyoaktivite tespit edildi. Ayrıca bilim insanları gelecek on yıl içinde Çernobil kaynaklı kırk bin yeni kanser vakası olacağına dikkat çekiyor. Japonya’da ise Fukuşima Nükleer Santrali’nden  milyonlarca dolar harcanarak teknolojinin tüm imkanlarının seferber edilmesine rağmen okyanusa yedi yıldır her gün önlenemeyen şekilde üç yüz ton radyoaktif su akıyor. Nükleer santral sahasındaki silolarda biriktirilen radyaoaktif suyun miktarı bir milyon tona ulaştı ve belli proseslerden geçirilerek denize boşaltılması için planlar yapılıyor. Fukuşima sonrası çocukluk çağı kanseri eskiye göre beş yüz kat arttı, kalp ve kan hastalıklarıyla psikolojik problemler de cabası. Belçika ise eskiyen nükleer reaktörlerinin soğutma kulelerindeki binlerce çatlak nedeniyle radyoaktivite yayıldığı için olası bir felakete hazırlık olarak halkına iyot hapları dağıtmak zorunda kaldı.
Bu ve benzer nedenlerle pek çok ülke nükleer santrallerin elim sonuçlarını anlayıp bunları, yenilerini açmamama taahütünde bulunarak kapatırken, Türkiye ise nükleer santral projeleri için devletin imkanlarını seferber ediyor. Oysa neoliberalizmin nükleer enerji üretimi şartlarında nasıl facialara neden olduğunu bir yargı kararı ile dahi ortaya kondu. 2016 yılında Japonya’da Fukuşima Nükleer felaketinin meydana gelme nedenlerini ilgilendiren davada mahkeme, Japon Hükümeti ile Tokyo Elektrik Şirketi(TEPCO)’nin nükleer felaketle ilgili olarak müteselsilen sorumlu olduğuna hükmetti. Esasen bu yargı kararı Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) Türkiye’deki Akkuyu Nükleer Santrali’ne ilişkin 2013 yılı değerlendirme raporunu akla getiren türden. O rapor ki nükleer santrali ilgilendiren süreçlerin siyasi iktidardan özerk bir şekilde yürümesi gerektiğine dikkat çektiği için devlet sırrı gibi saklanmış, kamuoyunun erişimi ancak iki yıl sonra mümkün olmuştu.
Ancak Türkiye’de nükleer santral projelerinin siyasi iktidardan bağımsız olması bir yana bu projeler Mega Proje kapsamına alınarak Enerji Bakanlığı’na ve/veya Başbakanlığa dolayısıyla Cumhurbaşkanlığına bağlı olacak denebilir. Öte yandan halihazırda finansman zorluğu çekilen nükleer santral projeleri için kamu iktisadi teşekkülü olan Elektrik Üretim A.Ş’nin (EUAS) Jersey Kanal Adaları’nda iki ayrı şirket kurması sağlandı. Böylece nükleer santral planlarının kamu kaynakları kullanılarak ve Sayıştay’ın denetimine girmeden vergiden muaf yürütülmesi sağlandı. Tüm bunlara ek olarak proje yatırım kararları alınırken bir buçuk-iki Türk Lirası civarında olan doların bugün beş Türk lirasına geldiği göz önüne alınırsa, seçimden sonra beklenen ekonomik yüke bir de bu projelerin maliyetlerindeki artışın eklenmesi söz konusu olabilir.
Bu yazı yeniyasamgazetesi.com/ dan alınmıştır

Pınar Demircan

İklim değişti, 24 Haziran’da bu baraj çöker !

Tekniği ve bilimi araçsallaştırarak gerçekleştirdiği faaliyetlerle doğayı ve doğal olanı kullanıp değiştiren, dönüştüren insanın icatlarından biri de baraj kurmak oldu. Nişanyan sözlüğüne göre “Baraj” kelimesinin kökü Fransızca “barrer”, Türkçe karşılığı ile “engellemek, set çekmek”olan bu kelime kaynağından özgürce akıp gelen suyu ortalarda bir yerde kıstırıp biriktirmeyi  tarifliyor.  Şüphesiz  icatlarına doğayı taklit ederek başlayan insan, nehir üzerine çektiği setle bir göl, bir deniz yaratmayı  istemiştir. Benzer şekilde bu yazının da derdi biraz  Çevre Haftasına da hitap edecek şekilde doğayı vesile ederek düşünmek, kıssadan hisse çıkarmak. Zira  önümüzde seçim yani, yedi kere uzatılmış OHAL dönemlerinden sonra hala geleceği  seçme şansı var…
Türkiye’nin içme -kullanma, endüstriyel sulama amaçlı kurulan ilk barajının (Çubuk Barajı)  tarihi 1936’ya uzanır. Beş yüz doksan yedisi  hidroelektrik santral(HES) amaçlı kurulan barajların sayısı ise Orman ve Su İşleri Bakanlığından geçen sene yapılan açıklamaya göre toplam sayı yediyüz yirmi yedi  olurken gelecek  beş yılda bu sayının ikiye katlanması planlanıyor. Kelimeye ruhunu da veren “cansuyu” nun bile bırakılmasından imtina edilen barajların  neler alıp götürdüğünü  tahlil etmek zor değil. Uzmanlar Dersim’de planlanan yirmi altı  HES barajının  altmış köyü yutacağını, bu şekilde Munzur Vadisi’nde bulunan endemik bitkilerin, yaşayan canlıların yok olacağını açıklıyor. Yatağında akarken  yaşamı yeşerten, cansuyunu kıskandığmız nehirlere takılan beton kelepçelerin haddi hesabı yok…
Dokuz medeniyete beşiklik etmiş on iki bin yıllık Hasankeyf ise iki yüz elli ye yakın höyüğü, beş binden fazla mağarası, tarihi camileri, minareleri, kilise kalıntıları, sahabe kabirleri, türbeler ve tarihi köprüleri ile sular altında bırakılmak isteniyor. Bu icraatlar için vadi içinde dinamitlerin  patlatıldığını  yüreğimiz dağlanarak izledik, izliyoruz. [1]
Dünya genelinde de durum farklı değil,doğal yaşam varlıkları üzerine takılan bu beton kelepçeler küresel ısınmayı arttırırken iklim değişikliğinin de nedenleri arasında. Yetmiş bin büyük baraj olduğunu ve devam eden inşaatların tamamlanmasıyla  on beş yıl içinde  mavi  küre üzerindeki nehirlerin yüzde doksandan fazlasının üzerine  baraj  inşa edilmiş olacağını dikkate alırsak iklim değişikliği bağlamında kaçınılmaz bir döngüye girdiğimizi  anlamak güç olmaz.
Akgün İlhan’ın yazısında açıkladığı gibi, barajlar  vejetasyon, sediman ve toprak gibi organik materyalleri bünyesinde biriktirip çürümesine neden olduğu için önce suya sonra da havaya metan ve karbondioksit salıyor. Bu şekilde  insan kaynaklı metan gazının %23’ünü  salan barajlar iklim değişikliğinin etkilerini de tırmandırıyor.  Barajların kurulması için ormanlık alanlarda yapılan kesimler de cabası. Zira  karbon yutak alanı görevi görecek ağaçların kesilmesi, karbon salımı bir hastalık gibi düşünüldüğünde tedaviyi önleyen  bir durum arz ediyor.[2]
İklim değişikliği felaketi karşısında  barajlara neler olabileceğine dair bir örnek Kenya’dan verilebilir.  Çok değil, daha bir ay önce Başkent Nairobi’nin kuzeybatısındaki Nakuru bölgesinde bulunan Patel Barajı’nın duvarları yıkılmış  ve akıntı baraj gölünün alt kısmında kalan evleri sürüklemişti. [3] Aynı Mayıs ayı içinde Kolombiya’nın en büyük barajının sellere dayanamaması neticesinde altı yüz kişiyi evsiz bırakan, beş bin kişinin tahliyesiyle sonuçlanan bir felaket yaşandı… Tabi bu barajların kapitalist bir mantıkla maliyetleri düşürme gayesi güderken güvenli inşa edimediğini, rüşvetlerin alınıp verildiğini de aklımızın bir köşesinde tutalım.[4]
Kolombiya’da inşası devam eden Ituango Barajı’ndaki göçükler
İklim değişikliği, barajlar üzerinde olduğu kadar aşırı yağmurların neden olduğu sel ve bazı bölgelerde yaşanan uzun süren kuraklıklarla; son yıllarda görülen hortum ve fırtınalarla kendini gösteriyor, adından söz etiriyor. Türkiye’de de kötü yönetimin ve olası felaketlere karşı önlem alınmamasına bağlı olarak , tabiri caizse bin nasihatın yapamayacağı etkiyle müsibetler iklim değişikliği karşısındaki yurttaş bilincini yükseltiyor hatta bu  farkındalık Dünya ortalamasının bile üstünde.
Nitekim, dün İklim Haber tarafından kamuoyuyla paylaşıldığı üzere, Konda’nın otuz il merkezi, yüz ilçe ve yüz kırk yedi mahalle ve köyünde iki bin beş yüz doksan beş kişiyle  yüzyüze mülakatlar yaparak gerçekleştirdiği araştırmanın sonuçlarına göre  katılımcıların %86,2’si küresel ısınmanın gerçek oldu­ğunu düşünüyor. Sonuçlar, seçmen dağılımına göre değerlendirildiğinde  AK Partili Seçmenlerin %57’si kömüre karşıyken, İyi Partililerin %61’i , CHP’lilerde  %48 i kömürlü termik santrallere karşı çıkıyor. MHP’lilerde ise % bu oran 44’e düşüyor. Araştırmaya katılanların %70,5’i güneş santrallarını ve %52,8’i ise rüzgar santrallarını tercih ederken kömür, HES ve nük­leerin  en az tercih edilen enerji yatırımları olduğu anlaşılıyor. [5]
Yurttaşların  uzak düştüğü bu poltikaların çoğu sivil toplumun  sürece müdahil olmasının önlendiği  bir dönemin eseri olurken yedi defa uzatılan OHAL şartlarıyla bu yatırımların iki dudak arasına alındığı bir gerçek. Bu süreç aynı zamanda  Anayasal hakların T.C. tarihinde ciddi manada askıya alındığı dönemdir. Dolayısıyla  bu seçimin uzun vadeli ortak geleceğimizi  tesis etme imkanını içinde barındırmasından hareketle çok net olarak ekolojik  ve demokratik hakların kurtuluşu  ihtimalini taşıdığı  söylenebilir.
Ancak,  AB ülkelerinde %0 ile %5 arasındayken Türkiye’de %10 olan seçim barajı  gerçek temsiliyetin önünde bir engeldir. Zira  araştırmalar baraja tabi tutulan partinin baraj altında kalması endişesiyle seçmenlerin oylarını baraja takılmayacağı öngörülen seçeneklere kaydırdığını gösteriyor. Bu şekilde yüksek barajın marifeti hukuk ve demokrasiyi  çatıştırmak olurken HDP’nin barajın altında kalması, baraj savunucusuna 70 -75 vekil hediye edilmesi ve OHAL’in hiç olmadığı kadar olağanlaştığı bir döneme girilmesi  anlamına gelecektir. [6]
Bu nedenlerle çeşitliliğin korunması için,  can suyunu özleyen topraklar gibi anayasal hakların korunması için oy kullanırken bu “baraj” üzerine düşünmek elzemdir. İklim değişikliğine bağlı hava olaylarının,  beton barajların esaret altına aldığı dereleri, nehirleri  eninde sonunda özgür bırakmak zorunda kalacağı  gibi  hak ve özgürlükler alanında yaratılan baskı ortamının değiştirdiği  sosyal ve siyasal iklim de barajın su tutmasıyla çökecek, su akıp yolunu bulacaktır.
Not:  Bu yazı ne iklim değişikliğini, ne yağmur suları veya başka nedenlerle barajların yıkılarak afetlerin yaşanmasını, ne de insanlarla , canlıların yaşamını kaybetmesini olumlar.  Bilakis “baraj”ların neden olacağı hiç bir yıkımın yaşanmaması için daha fazla barajın kurulmaması ve doğanın su hakkının korunması temennisini taşır .
Son notlar: 
[1]https://yesilgazete.org/blog/2017/09/17/hasankeyfde-sular-durulmuyor-12-bin-yillik-yasayan-tarih-yok-mu-olacak/
[2] https://yesilgazete.org/blog/2018/01/20/daha-fazla-baraj-mi-sizin-kafaniz-iyi-mi/
[3] https://yesilgazete.org/blog/2018/05/10/kenyada-siddetli-yagis-baraji-yikti-en-az-27-olu/
[4]https://www.theguardian.com/world/2018/may/16/colombia-tens-of-thousands-of-ordered-to-evacuate-after-floods-at-dam
[5] Türkiye’de İklim Değişikliği Algısı ve Enerji Tercihleri Araştırması, İklim Haber
[6]http://www.ankarabarosu.org.tr/siteler/ankarabarosu/hgdmakale/2015-1/07.pdf
Pınar Demircan  
Yeşil Gazete

Bilirkişiler bilmez, Anneler bilir! Anne terliğinden korkmak lazım…

“Doğduğunda bebek şeklinde değildi, her yerinden dikilmiş küçük bir torbayı andırıyordu. Vücudunda hiçbir delik yoktu, sadece bir çift göz. Dosyasında: Kız çocuk, multipıl patolojiyle doğmuş; anüs aplazisi, vajen aplazisi, sol böbrek aplazisi’ yazıyor”
Okuduğunuz satırlar 2015 yılında İsveç Akademisi, Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Svetlana Aleksiyaviç’in  Çernobil’den Sesler adlı eserinden . Çernobil Nükleer Felaketi’nin tanıklarıyla yaptığı röportajlar üzerinden yaşananları aktardığı kitapta,  bir annenin anomaliyle doğan yavrusunu betimlemesi…
Hatırlarsınız, 13 ayrı sivil toplum kuruluşu tarafından Akkuyu Nükleer Güç Santrali(NGS)’nin  onaylanmış olan ÇED (Çevre Etki Değerlendirme) raporundan ayrı bir de  bu santralin kurulmak  istendiği Akkuyu coğrafyasının uygun olmaması nedeniyle yer lisansına karşı  dava açılmıştı. ÇED’i olumlayan Bilirkişi incelemesinin diğer bir deyişle  “Bitir işi raporu” nun bir benzeri de bu davaya yönelik verildi. Sözkonusu bilirkişi raporunun kamuoyuna aksetmesi  Anneler Günü’ne denk gelince benim için de bir nükleer santral kurulması olasılığını  anneler açısından değerlendirmek  elzem oldu.
Bilirkişiler bilmez, Anneler bilir!
Evet bilirkişiler bilmez anneler bilir, gerçekler anlatılırsa şayet!  Çünkü siyasi iktidarın nükleer santral sahibi olma hırs ve arzusunun en fazla tesir edeceği  nüfus çocuk nüfusudur ve bu gerçek saklanır. Nasıl ki nükleer santrallerin  güvenli, temiz ve ucuz olduğu miti  gerçeğin bunun tam aksi olduğunun anlaşılmasıyla yıkılmışsa nükleer santral ve çocuk imajı arasında da bir inkar  politikası yatıyor. Siz nükleer santral reklamlarında  çocuk imajının sıklıkla kullanılmasının nedenini başka bir şeye  mi bağlamıştınız?
Radyasyon en fazla çocukları tehdit ediyor!
Siyasi iktidarlar ve onların sıkı fıkı ilişki içinde olmayı tercih ettiği nükleer kulüp  her ne kadar ticari ve yasal  imkanları seferber ederek nükleer santral projelerini  iş , aş vaatleri ile gerçekleştirmeye çalışsalar da Dünya kamuoyu özellikle Çernobil ve Fukuşima  Nükleer Felaketleri’yle nükleer santrallerin yıkıcı sonuçlarını  anlamış durumda. Lakin bu idrak seviyesi toplumun her kesimi için aynı değil. Bu bilgi ve farkındalık düzeyi de aynı olmadığı için  çocuk imajı hala nükleer santral reklamlarında kullanılabiliyor. Benzer bir durum ömrünü kanser araştırmalarına adayan bir  bilim insanınınkanser  belasına yol açan nükleer santral reklamında oynatılmasında görülür. Tek fark en büyük kurbanın reklamdaki öznenin yani çocukların olmasıdır. Nitekim nükleer santrallerde açığa çıkan  radyasyonun  en fazla çocukları etkilediği, onları Hibakuşa’lar* haline getirdiği, Amerika Birleşik Devletleri(ABD)’nin Hiroşima’ya attığı Atom bombasının etkilerini araştıran bilim insanlarınca ispatlanmıştır. Çernobil ve Fukuşima Nükleer Felaketleri’nin sonuçları da bu tespiti maalesef defalarca doğrulamıştır. Bu husus gözardı edilemeyecek kadar mühim olduğundandır ki Akkuyu Yer Lisansı Davası’na yönelik  hazırlanan Bilirkişi raporunda da 1-2 yaş çocukların olası radyasyon  maruziyeti üzerine hesaplamalar yapılmış. Raporda şöyle bir kısım dikkat çekiyor:
Kritik grup olarak; 1-2 yaşlarındaki çocukların seçilmesinin nedeni solunum ve sindirim yolu ile alman doz dönüşüm katsayısının diğer yaş gruplarına göre daha büyük olmasıdır”(…)” Doz katsayısının 1-2 yaş arasındaki çocuklar için en büyüktür.”
Ve ilgili paragraf şöyle sonlanıyor: “Sonuç olarak yer raporuna esas dokümanlarda ayrıntılı İnceleme ve değerlendirmelerle olası radyoaktivite satımların doz etkileri hesaplanarak halka ve çevreye bir tehlike oluşturmayacağı kanaati oluşmuştur.”
Soruyorum size  çocuğuna  matematikle, formullerle, katsayılarla yapılacak  hesaplamayla  ömür  biçilmesini hangi anne kabul edebilir?
Hele ki  bu işin temelinde  bir nükleer santrali alelade bir tesismiş gibi “Her ticari işletmenin  bir riski vardır”  diyen, denenmemiş bir reaktörü  denenmiş diye yutturmaya çalışanRus yetkililerin savunduğu sistem varsa?
Kadınlar da erkeklere göre daha kırılgandır!
Esasen  radyasyon yalnızca çocuklar için  değil, Bilir kişilerin raporlarında hiç geçmese de kadınların da daha fazla “Hibakuşa” olmasına yol açar. Nitekim ABD’nin 1945 yılında Hiroşima’ya Atom bombası atması üzerine 1950’de Dr. Alice Stewart tarafından yapılan araştırmanın sonuçlarına göre  kadınlar aynı doz radyasyon maruziyeti karşısında erkeklere göre yüzde elli daha kırılgandır.  2006 yılında  Ulusal Bilim Akademisi (National Academy of Science)  Raporu da  iyonize radyasyona erkekler daha dirençli olduğunu kabul etmiştir. Yani iki erkeğe karşı üç kadının  radyasyon mağduru “Hibakuşa” olması söz konusudur. İki erkek çocuğuna karşı ise dört kız çocuğu hibakuşa  olacaktır.
Çocukları “Hibakuşa” olan Fukuşima Anneleri  biliyor!
Bilirkişiler  istedikleri  kadar rakamların arkasına saklanabilirler. Biz kuş uçuşu bin kilometre mesafeden gelerek  yağmur olup  toparağa , çaya , ete süte  yağan, denizlerimize karışan , soluduğumuz havada kalan,esen rüzgarla yayılan radyasyonun  bugün hala bir çok kanser vakasının nedeni olduğunu biliyoruz. Çocukları Hibakuşa olan Fukuşima Anneleri de biliyor! Onlar nükleer felaket başlamadan önce milyonda bir çocukta görülen tiroit kanseri vakasının felaketin  yedinci yılında yüz doksan yedi çocukta teşhis edilmesi neticesinde  hastalığın iki bin çocukta bir görülür hale gelmesiyle öğreniyor.  Siz çalışabilir durumdaki kırk üç  reaktörünün tamamının  bir yıl içinde kapatılmasında başı çekenin Ataerki yapısıyla tanınan Japon toplumundaki Anneler olduğunu biliyor muydunuz? Peki ya bugüne dek hükümetin baskılarına rağmen yedi yıl sonra yalnızca yedi reaktörün yeniden çalıştırılabilmesinin mümkün olduğunu?
Bu gerçeği bilirkişilerin bilmediği ortada zira, raporda “Çernobil ve Fukuşima reaktör kazaları sonuçları da dikkate alınarak, gıda zincirindeki olası bulaşma (kontaminasyon) durumunda halkın tüketimine izin verilen spesifik aktivite (Bekerel/kilogram) değerleri hesaplanmıştır. Olası büyük kaza sonuçları; halkın radyasyon sağlığına ve güvenliğine ilişkin Türkiye Atom Enerjisi Kurumu(TAEK) mevzuatındaki sınır değerlerin aşılmayacağını göstermiştir”  ifadesi yer alıyor.
Yukarıdaki  açıklamaya göre raporun sonunda bir de Japon  hükümetinin aksiyonları  olumlanmış. O Japon Hükümeti ki, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı(UAEA) ’nın Dünya genelinde otuz yaşında beyaz erkek yapısını baz alarak tayin ettiği yıllık sınır doz olan  bir Milisieverti,  kendi insiyatifiyle yirmi katına çıkarmış bulunuyor. Kaldı ki Japon Hükümeti bu şekilde  yetişkinlerin yaşamını  dahi tehlikeye atmakla kalmamış  onlardan çok daha kırılgan olan çocuklara yönelik hiçbir önlem almamış hatta,  ebeveynlere ödenen tazinatların onların evlerine geri dönmesiyle kesilmesi için  tahliye edilen bölgelerdeki okulların açılarak eğitim öğretim hayatına başlanmasını salık vermiştir. Fukushima Anneleri  yedi yıldır  her gün Hibakuşa olan ve bu olasılıkla yaşayan  çocukları için  ağlıyor . Siyasi iktidarın  Akkuyu NGS için örnek aldığını ifade ettiği Japon Hükümeti onları ağlatıyor.
Anne terliğinden korkmak lazım!
Soma maden kazasının dördüncü yıl dönümünde  yaşamını yitiren üç yüz bir madenci için durumu “madencinin fıtratı”yla açıklayan siyasi iktidarın,  bir türlü öngörülemeyen  o radyasyon dozları  aşıldığında ki, aşılmasa bile düşük doz radyasyonun kanser yapıcı etkisi ispatlanmıştır,  “fıtrat”  muhasebesi yapması muhtemel. Fakat bir dönemin popüler tabiri ile “toplum mühendisliği”nin genlerimize inerek çocukları birer Hibakuşa’ya çevireceği,onların geleceğini çalacağı noktada “özellikle seçim öncesi” hakikaten biraz “Anne terliğinden korkmak lazım!”.

*Hibakuşa: Radyasyon mağdurlarına verilen ad. Atom bombaları patladığı anda Hiroşima ve Nagazaki’de bulunup hayatta kalan insanlara Japonya’da verilmiş olan Dünya literatürüne bu şekilde geçmiş olan kelime. Bkz. “Hibakuşalar Olmasın!” Sergisi 
Pınar Demircan   
(Yeşil Gazete) 

[COP 28] Nükleer enerjinin COP kararına girmesinin arka planı

  Küresel ısınmanın önlenmesi için ilki 1995 yılında gerçekleştirilen  COP  toplantılarının 28’incisine fosil yakıtlardan çıkışa dair somut ...