27 Ocak 2019 Pazar

Nükleerde yerel seçim sessizliği

Bu yazı yeniyasamgazetesi.com/ dan alınmıştır
Bu yazının amacı Sinop Nükleer Santral Projesi’yle ilgili gelişmelerin ışığında iki yönlü bir değerlendirme yapmak. Lakin iğneler hükümete yönelse de çuvaldız muhakkak kendimize…
Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi’nden itibaren enerji yatırım planları kalkınmanın ön koşulu sayılmış, zenginleşme vaatleriyle de seçim malzemesi yapılmıştır. Siyasi iktidarların oyunu isteyeceği kitlede beklenti oluşturması, beklentiyi yönlendirmesi, seçim öncesi başvurulan bir yoldur. Uluslararası plan ve projelerin parçası olarak toplum menfaati gözetilmeyen bu projeler önümüze politik kararlar şeklinde çıkarılır. Misal, nükleer santrallere sahip olunursa bırakın sınıf atlanmasını, çağ atlanacaktır(!) Bugünkü hükümet de 16 yıllık iktidarı boyunca içinden çıktığı siyasi kültürle ters düşmemiş hatta boynuz kulağı geçmiştir. 2010 yılından itibaren nükleer santral projelerinin yeniden sahneye çıkmasıyla bu projeler seçim öncesi hiç olmadığı kadar propaganda malzemesi yapılmıştır. Şimdi yine bir seçim hazırlığı içindeyiz ve 31 Mart’taki yerel seçimlere 2,5 ay kaldı. Peki bu kez nükleer santrallerle ilgili bir söylem duyduk mu?
Duymadık…
Neden?
Aslında soruyu farklı sormam gerekir çünkü, bu yazının başlığı “yerel seçimde nükleer sessizliği” değil, “nükleerde yerel seçim sessizliği”… Bu ayırımı yapmamın iki nedeni var: Birincisi Sinop Nükleer Santral Projesi’nin 20 milyar dolarlık inşaat maliyetinin 44 milyar dolara çıkmış olması nedeniyle iptal olmuş olması ihtimali. (Tabi Hükümet bir başka ülkeyle anlaşma yapmayı da bekliyor olabilir). İkincisi ise oluşan maliyet farkının, elektrik faturalarına yansıtılmak suretiyle projeye devam edilmesi ihtimali ki seçim öncesi bu bilginin ekonomik kriz içindeki halkı çileden çıkarması kuvvetle muhtemel… Diğer taraftan Japonya’nın nükleer endüstri alanında aktif şirketlerinden Hitachi, finansman zorlukları nedeniyle Birleşik Krallık’taki Wylfa Nükleer Santral Projesi’nden çekildi. Bu gelişmenin ardından Japon şirketlerinin tüm yurt dışı nükleer projelerinden çekildiği, projelerin kaybedildiği yönünde haberler yazılı ve görsel medyada yer aldı ki bu listeye Türkiye projesinin iptali de dahil! Görünen o ki nükleer santral projeleri tüm dünyada kan kaybediyor… Nükleer endüstri böylesine küresel geri adımlar atarken, nükleeri seçim malzemesi yapma alışkanlığında olan bir hükümet için ise durum hüsran olsa gerek… Peki muhalefet için de mi öyle?
Şimdi gelelim çuvaldızı kendimize batırmaya…
Şarkiyatçılık üzerine çalışmaları ile tanınan Edward Said, Batı’nın “şark”ı yani doğu toplumlarını kendisinin ötekisi olarak tanımladığı tespitine benzer şekilde Türkiye’de muhalefetin kendi sözünü söylemektense iktidarınkileri alıp ters yüz etmeye odaklandığı aşikar. Daha açık ifade etmem gerekirse, iktidar nükleer santral konusunu gündeme getirmedikçe başta ana muhalefet partisinin ve sivil toplumun bu konu üzerine bir söylem üretimi artık söz konusu olmuyor.
Oysa 2011 yılından itibaren (2011 genel seçimlerinde, 2014 yerel seçimlerinde, 2015 genel seçimlerinde ve nihayet 24 Haziran 2018 genel seçimlerinde) siyasi iktidarın söylemleri içinde nükleer santral planları yer alırken “Nükleercilere oy yok!” kampanyaları yapılmıştı. 2016 yılında Mersin Büyükşehir Belediyesi’nin elli binlik plan çalışmalarına Akkuyu Nükleer Santral Projesi’ni dahil etmemesinin şehrinde nükleer santral kurulmasını istemeyen, bir nükleer santrale komşu olma düşüncesine katlanamayan halkın ortaya koyduğu iradesi değil miydi? Aynı şekilde İğneada’da yirmi beş binlik planların yüz binlik planlara uyumlulaştırılmasına direnilmedi mi? Trakya Kent Konseyleri’nin, Sinop’taki yerel örgütlerin çabalarına ne oldu? Sivil toplum nükleer santrallere, termik santrallere karşı tavrını yerel seçimlerde ortaya koymayacak, yerel yönetim adayları “Nükleersiz bir gelecek istiyoruz” demeyecek, sivil toplum yerel seçim öncesi “Nükleercilere Oy Yok!” kampanyasını şimdi yapmayacak da ne zaman yapacak?
Bu yazı yeniyasamgazetesi.com/ dan alınmıştır


.
Pınar Demircan

Nükleer enerjiyle aşılamayacak eşik: İklim değişikliği

Bir seneyi daha geride bıraktık. Yeni yıla dair hepimizin umutları, hayalleri var. Fakat bu dünyada yapmak istediklerimiz için önce dünyaya sahip çıkmamız gerek… Geçen ayın gündem konularından Küresel İklim Değişikliği Konferansı’nın (COP24) sonuç raporu, önceki yılların olanca ağırlığıyla yeni yılın “yapılacaklar listesi” ne girdi. 2030’a kadar karbon emisyonlarının %45 azaltılması, 2050’ye kadar ise sıfırlanması gerekiyor; aksi halde 12 yıl sonra dünyanın fırtınalar, aşırı hava olayları ve sel vakalarının sıklıkla vuku bulduğu bir yere dönüşmesi kaçınılmaz. Lakin piyasanın nimetlerinden faydalanma alışkanlığıyla iklim değişikliğinin önlenmesine yönelik gerçekçi olmayan öneriler ortaya atılırken, küresel ısınmanın ulaştığı safha acil ve radikal bir değişimi gerektirmekte.
COP24 kurallar kitabının hazırlanması, ülkelerin belli adımları atmak için ortaklaşılmasını sağlayacağı için umut verici. Ancak,  piyasaların her koşulda yeni fırsatlara imkan tanımasından mütevellit, iklim değişikliği bazı ürünlerin çözümmüş gibi pazarlanması için de uygun zemin hazırlıyor. Misal karbon tutucu teknoloji ürünleriyle fosil yakıt endüstrisi cezbedilirken, kömürlü termik santraller düşük karbon teknolojisi ambalajına sarmalanıyor, hatta nükleer enerji üretimi rüzgar enerjisi kadar karbon saldığı iddiasıyla işin simsarları tarafından teşvik edilmeye çalışılıyor… Oysa bugün Paris Anlaşması gereği öngörülen adımların atılması için oluşturulan bütçenin %95’i, dünyada kurulu bulunan mevcut altyapıdan kurtulmanın maliyetine tekabül etmekteyken bunlar gibi göstermelik  önerilerle küresel ısınmada böyle iyileştirmelerle arzulanan değişimin yakalanması mümkün değil .
Enerji yatırım kararlarının hala hükümetler tarafından gerçek şartların gözardı edilerek salt jeopolitik işbirliklerine göre alınması  ise mevcut risklerin iklim değişikliği risklerine eklemlenmesi demek. Bu bağlamda, nükleer enerji üretim tesislerindeki kazalar, nükleer testler, uranyum madenleri, atıklar kısacası  nükleer zincir içinden yayılan radyoaktif kirlilik mevcut haliyle iklim değişikliği riskleriyle içinden çıkılmaz hale getirebilir ve yeni kaza, sızıntı vakalarını arttırabilir. Meseleyi küresel ısınma nedeniyle deniz suyunun yükselmesi açısından ele alırsak, ilk aklımıza getirmemiz gereken deniz kıyısındaki nükleer santrallerin durumu. COP24’te nükleer enerjinin neden çözüm olamayacağına dair Nükleer Bilgi Merkezi’nin (NIRS) Rosa Luksemburg Vakfı aracılığıyla hazırladığı rapor, COP toplantılarında sesini yükseltmeye çalışan nükleer endüstri savunucularına gereken cevabı veriyor. Zira  iklim değişikliğinin etkisiyle deniz suyu seviyelerinin 2-10 santim arasında yükselmesi ve bunun devam etmesi halinde, deniz kıyısındaki nükleer santrallerin içine suyun dolması, santral sahasındaki geçici depolanan atıkların da denize sürüklenmesi veya uranyum madeninde maden atıklarının su taşkınları nedeniyle yeraltı suyuna, oradan da içme suyuna karışması söz konusu. Küresel ısınmanın kuraklık nedeni olacağı bir dönemde misal 4 reaktörlü bir nükleer santralde günlük 28 milyon metreküp suyun (14 milyon nüfuslu İstanbul’un günlük ortalama su tüketimi 3 milyon metreküp su) kullanılacak olmasına rağmen nükleer santral yatırımları yapmak ise uzgörülü olmamak hatta hayal dünyasında olmak demek. Diğer taraftan nükleer santrallerin 40 yıllık işletim ömrünü doldursa da  kapatılmadığı, bilakis bu santrallerin ömürlerinin 20 yıl daha  uzatıldığı göz önüne alınırsa, bakım onarım kapsamının santralin içine su sızması, su baskınları nedeniyle genişletilmesi ve paslanma karşıtı önlemlerin alınması gerekecek. Aksi halde maliyetlerden kaçınmanın bedeli Fukuşima benzeri felaketler olabilir. Kaldı ki maliyetler, kapitalist sistemin şirketler dünyasında görülmek istenmeyen  fazlalıklar…
Bu yazı yeniyasamgazetesi.com/ dan alınmıştır
.
Pınar Demircan

Hitachi, Galler’deki Nükleer Santral Projesi’ni askıya aldı!

Fukuşima Nükleer Felaketi’nin yaklaşık 8 yıldır devam eden  etkileri, ödenen tazminatlar, bitmeyen radyoaktif temizlik nihayet Japon nükleer endüstrisine nükleer santral kurmanın bir inşaat işinden ibaret olmadığını gösterdi. Zira bir nükleer santral kurmak kaza halinde sorumlulukları da üstlenmek demek ve önlemek ödemekten ucuz olduğu için maliyetler sürekli şekilde artıyor. İşte tam da bu nedenle son yıllarda Japon şirketlerinin yaşadıkları finansal zorluklar neticesinde projelerden teker teker çekildiklerini duymaktayız.
Nükleerde önlenemeyen maliyetler ! 
Son iki yıla bakarsak Vietnam 2016’da Japon şirketlerine “pardon” demiş nükleer santral kurma projesinden vaz geçtiğini duyurmuştu. Hemen ardından Litvanya’nın nükleer santral planını durdurmasıyla Hitachi’nin de dahil olduğu bir iş kaybedildi. 2017’de ise Toshiba denizaşırı yatırımlarını terk ettiğini duyurarak geçen ay Birleşik Krallık’taki aracı şirketini kapatacağını açıkladı. Mitsubishi ise  Temmuz ayında Türkiye’deki projesinin fiyatının artan maliyetler nedeniyle  2 katına çıkardığını duyurdu. Nihayet geçen hafta Japonya tarafının projeden vazgeçme olasılığının bulunduğunu okuduk (Türkiye Hükümetinden hala bir açıklama yok ise de). Şimdi tüm bunlara, Japon Hitachi’nin Birleşik Krallık’taki projesini askıya alacağı haberi eklendi. Çünkü Hitachi, üstleneceği risklere ortak bulamıyor ve yükselen maliyetlar nedeniyle kar etmesi de olanaksızlaştı.
Hitachi’nin Wylfe Nükleer Santral Projesi
Yatırımcılar riskten kaçıyor…
Hitachi, 2012 yılında Japon ve Birleşik Krallık hükümetleri arasında yapılan anlaşmayla Galler bölgesinin Anglesey Adası’nda kurulmasına karar verilen proje için görevlendirilmişti. Buna göre maliyeti 26,4 Milyar Dolar olan proje kapsamında 2020 yılında üretime başlaması öngörülen 2 reaktör inşa edilecekti. Maliyet dağılımının Hitachi; Birleşik Krallık Hükümeti ile şirketleri ve Japon Hükümeti ile Japon şirketleri olarak 3’e ayrıldığı projede Hitachi projenin gerçekleştirilmesi amacıyla Galler’de kurduğu Horizon Nükleer Enerji’nin hisselerinin hala tamamına sahip. Hitachi riskten kaçınan yatırımcılar nedeniyle bu hisselerin yarısını elden çıkaramadığı için payına düşen maliyetleri tek başına üstlenmek zorunda kalmaktan muzdarip .
Rosatom da ortak bulamıyor…
Burada bir parantez açarak benzer bir durumun Türkiye’de Rus şirket Rosatom ile Akkuyu’da yaşandığını hatılayalım. Rosatom hala Akkuyu NGS’nin tamamına sahip ve risklere ortak çıkmayı isteyen bir yatırımcı ya görünmüyor ya da Rosatom’un çalışma prensiplerine ya da prensipsizliğine uyum gösteremiyor…
Projenin maliyetleri elektrik fiyatına yansıtılacak ! 
Haberimize  dönecek olursak Hitachi, Japon hükümetine yakınlığıyla bilinen Yomiuri Gazetesi’nde yazanlara göre projeyi dondurma ihtimalinin olduğunu hükümete bildirdi. Ancak Hitachi’nin projeye devam etmesi için ortak bulması kadar işin karlı hale gelmesi de önemli. İşte bu noktada hükümetlerin devreye girmesi gerekecek. Zira söz konusu karlılık, yalnızca ve yalnızca üstlenilen maliyetlerin Wylfe Nükleer Santralinden üretilecek elektriğin fiyatına eklenmesiyle yakalanabilir ki bu onayı projenin tarafları olan hükümetler verecek. Yani iş May Hükümetinin yurttaşlarına elektriği daha pahalı fiyattan satmasına bağlı. Benzer bir süreç Mitsubishi’nin Sinop Nükleer Santral Projesi’nin maliyetlerini ikiye katladığını açıklamasıyla Türkiye’de yaşanıyor. Hitachi’nin beyanlarına bakıp Mitsubishi’nin söylemediklerini duyabiliriz.  
Hükümetler değerlendirecek…
Sonuç olarak Wylfe Projesinin ve Hitachi’nin nükleer iş kolundaki geleceği, 2019 yılının Ocak ayında bir araya gelerek durumu değerlendirecek olan Japonya Başbakanı Abe ile Birleşik Krallık Başbakanı Theresa May’in projeyi destekleme kararına bağlı. Eğer Birleşik Krallık Hitachi’nin Japon Hükümeti kanalıyla iletilecek bu teklifine sıcak bakmazsa Hitachi vazgeçtiği bu proje için anlaşma gereği Birleşik Krallık’a 2,7 milyar USD ödeyecek. Hitachi bu projeyi iptal ederse, Japon nükleer endüstrisinin devam eden yegane yurt dışı yatırımı Mitsubishi’nin Sinop Nükleer Santral Projesi olacak.
Doğal yaşam da kurtulacak
Diğer taraftan Galler Bölgesi’ndeki Doğa korumacıları ise projenin askıya alınmasından umutlu. 2012 yılından itibaren projeye karşı mücadele etmekte olan National Trust, RSPB Cymru ve the North Wales Wildlife Trust sivil toplum örgütlerinden bazıları. Santralin kurulmasının planlandığı bölgede bulunan Cemlyn Doğa Koruma Alanı nesli tükenmekte olan su samuru, su sıçanı ve kertenkele türlerine ev sahipliği yaptığı üzere sivil toplum örgütleri özellikle doğal yaşamın uğrayacağı zarara dikkat çekiyor, bizim de haberleştirerek sizlere çağrı yaptığımız kampanyalar yürütüyordu. Nükleer santralin kurulması için Hitachi ve Horizon şirket yetkililerinin buradaki canlıların yaşadıkları yerden başka yerlere taşınmalarını önerlerine direniyordu.
Pahalı elektriği kim ister?
Çok açık ki, Fukuşima Nükleer Felaketi’nin ağır bilançosu, karlılığı odağına alan şirketler için nükleer santral kurmanın katlanılabilir bir iş olmadığını gösterdi. Böylesine riskli bir alanda kar sağlamanın tek yolu ise fiyatı arttırmak ki, bu da hükümetlerin pahalıya satın alacağı elektriğin yurttaşların faturasına yansıtılmasıyla mümkün. Güneş ve rüzgar enerjilerinden elektrik üretim maliyetleri, dolayısıyla üretilen elektriğin fiyatı düşerken yurttaşların nükleer santralin pahalı elektriğini kullanmaya zorlanması hükümetlerin de geleceğini belirleyecek. Zira ortaya çıkan tablo nihayet hükümetlerin gerçek niyetinin elektrik üretimi olmadığını istisnasız tüm yurttaşlara açıkça gösterecek türden. Özetle kapitalist sistemin içinden okursak, önümüzdeki süreç biraz da faturasını kabarmış görmek istemeyen yurttaşın ve yurttaşlarının sesini duyan hükümetlerin sınavı olacak.
Pınar Demircan
(Japan news, bbc, Yeşil Gazete)

İklim, Sinop Nükleer Santral Projesi ve yaklaşan yerel seçim

İnsanın bireysel ve endüstriyel tercihleriyle gerçekleştirdiği faaliyetlerinin dünyadaki yaşamın sonunu getirdiğine dair uyarılar artık çığlık şeklini almakta. Bu çığlıklar yerini otomatik sirene bırakmadan “biz ne yapıyoruz” sorusu üzerine içtenlikle kafa yorma zamanı. Risk teorisyeni Ulrich Beck, bu eşiğin siyasal ve bilimsel dönüşlülükler üzerinden yükselecek bir düşünümsellikle aşılabileceğine işaret ediyor. Bir şekilde bilimsel hatalardan, yanlış yönlendirmelerden dönülecek, dönülmek zorunda…Bir tarafta yüz akademisyen ortak deklarasyonla iklim değişikliğini durdurmak için adım atılmazsa kıyametin yakın olduğuna dair acil eylem çağrısı yapıyor, diğer tarafta Greta “Bir geleceğimiz yoksa neden okula gidiyoruz?”diye soruyor. Birçok şeyi sırf almak için aldığımızdan mı yoksa ümit etmek ve çaba göstermek arasında bir bağlantı olduğunu unuttuğumuzdan mı bilinmez Greta’nın şu sözleri yüzümüze tokat gibi çarpıyor: “Umuttan önce eylem gelir!”
Sorun şu ki, ortak yol haritası oluşturulup hemen eyleme geçilmezse, istemek ve umut etmek için de artık çok geç olacak… Zira İklim Değişikliği Performans Raporu’nun (2019) sonuçları üç yıl aynı kalan karbondioksit emisyonlarının yeniden tırmanışa geçtiğini gösteriyor. Maalesef küresel ısınmanın bırakın 1,5 dereceyi 2 derecenin altında tutulması için bile dünya genelinde gösterilen çaba düşük. New Climate Enstitüsü’nden Profesör Niklas Höhne’ye göre 3 derecenin üstünde bir ısınma ise felaket demek! İlginç olan, dünya genelinde rüzgar ve güneş enerjisiyle üretilen enerji fiyatları üçte bir oranında düşmüşken dahi iklim tartışmalarına fosil yakıt sahibi ülkelerin delegasyonlarının damga vuruyor oluşu. Fosil yakıtlarına sımsıkı sarılan devletlerin hükümetleri ve şirketleri karar süreçlerindeki uyumlaşmayı zorlaştırırken, dünyanın suyu gerçekten ısınıyor…
Türkiye’nin son yıllarda karbondioksit emisyonlarındaki bu artışa katkısı büyük. Aksi halde Germanwatch’un hazırladığı İklim Değişikliği Endeksi’nde incelenen 57 ülke içinde güneş ve rüzgar kapasitesiyle açık ara şanslı bir ülkeyken başka nasıl 47. sırada olunabilinir? Anlaşılan o ki, Türkiye bu konuda çaba göstermeyi Avrupa Birliği iklim fonlarından yararlandırılmasına bağlamış… Fakat onaylı projelerle birlikte toplam 56 termik santralin sahibi olarak termik santral, hatta nükleer santral planlarına kucak açıp sermaye kaynaklarını da bu projelere akıtmanın neresindedir iklim için işbirliği niyeti ve gayreti?
Türkiye’nin adının fosil yakıt ve termik santralle anılmasına bir diğer vesile ise geçen hafta Japonya’nın Sinop Nükleer Santrali Projesi’nden çekilmesi haberi oldu. Japonya’nın ileri gelen ekonomi gazetesi Nikkei, Türkiye ve Japonya arasında 2013 yılında imzalanmış olan hükümetlerarası anlaşmayla inşa edilmesine karar verilen nükleer santral projesinin durabileceğini duyurdu. Zira projenin gerçekleştirilmesi için görevlendirilen Mitsubishi, Fukuşima sonrası güvenlik standartları gereğince 22 milyar dolarlık projenin maliyetini 2 katına çıkarıp 44 milyar dolar yapmak zorundaydı ve Türkiye tarafıyla anlaşılamıyordu… Bu nedenle nükleer santral yerine ne kadar ekmek o kadar mercimek köftesi mantığıyla düşük karbon emisyonlu termik santral kurmayı öneriyordu. Ne de olsa bunca zaman dünya kamuoyu her türlü felakete, atık problemine, yaşattığı endişelere rağmen nükleerin temiz, güvenli, ucuz olduğuna inandırılabilmişti… Yeni teknolojilerle kömürlü termik santrallerin emisyonlarının düşürüleceğine, yani kömürün temiz olabileceğine neden inanılmasındı? Ak kömür! Kömür beyazı…
Burda film bitti gibi görünüyor değil mi?
Maalesef bitmedi. Çünkü Türkiye’de hükümet Mitsubishi Şirketi’nden üst düzey yetkilinin bu beyanına istinaden, haberin üstünden 1 hafta geçmesine rağmen nükleer santralin akıbetine dair hiçbir açıklama yapmadı, hatta konuya hiç değinmedi! Mitsubishi de Nikkei gazetesine yaptırdığı haberi internet sitesinde yalanladı. Mitsubishi’nin şirketinin hisse değerlerini koruma çabası içinde olup haberi yalanlaması bir ihtimal olmakla birlikte burada esas soru işareti uyandıran Türkiye hükümetinin tavrı. Esasen Mitsubishi’nin Sinop Nükleer Santral Projesi’nin devam etmesi için satır arasında kalan bir de önerisi olmuştu: Maliyet farkını elektrik üretimine başlayınca faturaya yansıtmak! Güya Türkiye tarafı sıcak bakmamıştı bu öneriye… Öyle ya! Böyle bir haberin yayılması mart ayında yapılacak yerel seçim öncesinde kabul edilebilir şey değildi…
Peki ya seçimden sonra?
Bu yazı yeniyasamgazetesi.com/ dan alınmıştır
.
Pınar Demircan

Faşizmden demokrasiye nükleer enerji açmazı

“Çoğunluğun azınlık tarafından yönetimi tiranlıktır; azınlığın çoğunluk tarafından yönetimi de tiranlıktır. Her iki durumda da ‘senin istediğin gibi değil, bizim istediğimiz gibi yapacaksın’ kuralı geçerlidir.” sözünün sahibi Sosyolog Herbert Spencer egemenlik biçimlerinin açmazlarını çok net ortaya koymakta. Bu yazıda meseleye nükleer enerji merceğinden bakmak ise, tespitin haklılığını teslim etmeyi kolaylaştıracak. Çünkü, gerek baskı rejimlerinde gerekse neoliberal düzenin çerçevesini çizdiği demokrasi zemininin üstünde nükleer planlar yükselir. Baskı rejiminde egemen, en öldürücü silaha ve güce sahip olmayı hedeflerken, neoliberal sistemin demokrasisi elinde teknolojik imkanları tutarak yeni düzenin egemeni olan şirketlere kar ve fayda sağlayacak şekilde işler. Her iki yoldan da ulaşılacak varış çizgisinin gerisinde ise silahlanma ve savaş ihtimali durur. Nitekim savaş ve demokrasinin nemli ortamında serpilen kapitalizmin emperyalist amaca hizmet ettiği dünya genelinde yıllardır tecrübe edilmekte. Dünyanın en yıkıcı savaş aracı olan nükleer silahların aynı zamanda dünyanın en pahalı enerji kaynağından üretilme imkanını barındırması tesadüf değildir. Şimdi bu iddiamı biri geçmişten diğeri bugünden aynı eksenin iki ucu denebilecek örneklerle açıklamaya çalışacağım. Neoliberalizm ile faşizm arsındaki ilişkiye dikkat çeken ABD’li akademisyen Henry Giroux’un da değindiği gibi tarihten dersler günümüz iktidarlarının suistimallerini ve yolsuzluklerını tespit etmek açısından yol göstericidir.
Bu bağlamda 12-15 Kasım tarihlerinde bu sene  25. ‘si gerçekleştirilen Nükleersiz Asya Forumu  farklı ülkelerdeki süreçlerin anlaşılması açısından yıllardır önemli bir imkan sunuyor. Japonya, Hindistan, Tayvan, G. Kore ,Vietnam,Türkiye ve ev sahibi Filipinler’den sivil toplum üyelerini  buluşturan etkinlikte bilgi alışverişinde bulunmak beni son gelişmelerle birlikte özellikle Filipinler ve Tayvan örneklerine yoğunlaşmaya sevketti. Filipinler, yüz yıldan fazla  sömürge altında kalmış, 1971-1981 yılları arasında sıkıyönetimi yaşamış bir ülke. 1973’te Diktatör Marcos tarafından anayasa değiştirilip parlamento feshedildiğinde bugün hala çalıştırılmamış bulunan Bataan Nükleer Santrali’nin inşaatına da başlanmış. Ancak 1986 yılında zirve yapan halk hareketinin etkisi ve ABD yönetiminin yıllardır verdiği desteği çekmesiyle diktatör ülkeyi terk etmiş.1986’da tamamlanmış olmasına rağmen Üç Mil Adası ve Çernobil gibi nükleer felaketlerin neden olduğu çekinceyle de hiç çalıştırılmamış olan eski teknoloji ürünü santralin bugünkü talibinin Akkuyu NGS’nin de sahibi Rosatom olduğunu buraya not düşeyim.
Bu yazıda eksenin diğer ucundaki örnek ise, 2025 yılında nükleer enerji üretiminden vazgeçme kararını parlamentoda kabul etmiş olan Tayvan’dan. Çıkarılacak ders, nükleer enerjiyi savunanların meseleyi genel seçimlerde referanduma sunma önerisiyle başlıyor. Zira imkanları elverdiğince nükleer enerjinin gerçeklerini halka anlatmaya çalışan nükleer karşıtları nükleerden çıkış kararının referanduma götürülmesine karşı çıkmıyor, kendinden emin kampanyalar yapıyor fakat, referandum sonucu hiç nükleer karşıtlarının umduğu gibi olmuyor. Geçen hafta gerçekleşen referandumda Tayvan nükleerden çıkış kararını %59 oy ile reddetmiş oldu. Nükleerden çıkış kararını destekleyenler ise %41’de kaldı.
Görünen o ki faşizmden olduğu kadar demokrasiden de pekala maraz doğabilir. Marcus Miessen Katılım Kabusu’nda demokrasinin aşınmasının içerden başladığını , aşınmanın yakıtının sahte mutabakat olduğunu söyler. Tayvan’da da nükleer lobi, seçmen kitlesini iklim değişikliği şartlarını öne sürerek” temiz, güvenli, ucuz” ambalajına sardığı nükleer enerji planlarına inandırmıştır. Bu sahte bilgilerin nasıl yayıldığı, verili bir siyasi sistemde referandumun ve seçimlerin öne çıkanlarının kampanyalara en fazla yatırım yapanlar olduğu gerçeğiyle ve rüşvet ihtimalleriyle birlikte düşünülmelidir. Dolayısıyla “nükleer demokrasiyi sevmez” söylemi artık çökmüştür. Hiçbir zaman dürüst ve şeffaf olması beklenemeyecek hükümetler ve şirketler neoliberal sistemde demokrasiyi araçsallaştırmaktadır. Üstelik tecrübeyle bakidir, bazı yönetimlerde demokrasi adı altında yapılan seçimler baskıdan ve dış etkiden azade gerçekleştirilemeyebilir. Öte yandan bazı konularda referandum yapılması teklif dahi edilememelidir. Bugün henüz doğmamış olanların geleceklerini etkilemeye, onlara nükleer atıklar bırakmaya kimin karar verme hakkı olabilir? Fukuşima ve Çernobil Nükleer Felaketlerinden yayılan radyasyon refrandumların uygulama alanı olan “ülke sınırları”nın ötesine geçmemiş midir?
Bu yazı yeniyasamgazetesi.com dan alınmıştır
Pınar Demircan

[COP 28] Nükleer enerjinin COP kararına girmesinin arka planı

  Küresel ısınmanın önlenmesi için ilki 1995 yılında gerçekleştirilen  COP  toplantılarının 28’incisine fosil yakıtlardan çıkışa dair somut ...