17 Mart 2019 Pazar

8. yılında Fukuşima Nükleer Felaketi ve yeni riskler

2011 yılından bugüne Fukuşima Nükleer Felaketi boyunca yaşananlar, nükleer santral kurma planları yapan bazı ülke ve hükümetlere köprüden önce son çıkış; bazılarına ise “kıyak” müşteri olma fırsatı şeklinde göründü. Hükümetin yapmış olduğu nükleer santral anlaşmalarıyla ülkemizin ikinci grupta olduğu aşikar. Oysa “Fukuşima”nın adı bile bir nükleer santralde meydana gelebilecek kaza risklerinin tehlikeye dönüşmesiyle oluşan toplumsal ve ekolojik maliyetlerin ne denli büyük, çeşitli ve hesaplanamayacak kadar dallı budaklı olduğunun simgesi haline gelmiş bulunmakta. Üstelik Fukuşima bu misyonunu tamamlamış da değil, risklerin tehlikeye dönüşmesi ve bu tehlikelerin yeni risklere zemin hazırlamasıyla kendini yeniden ve yeniden üreterek, daha onlarca hatta yüzlerce yıl sürecek… Diğer taraftan siyasi iktidarın tutum ve kararları da sivil toplumun yalnızlaştırılma biçimleriyle, neoliberal derslerin en unutulmazını vermekte ki yaşananlar küresel açıdan da ibretlik! Fukuşima’da yaşananları ve alınması gereken dersleri bir köşe yazısına sığdırmak mümkün olmasa da durumu birkaç çarpıcı örnekle açıklamaya çalışacağım:
Hatırlarsanız, geçen sene Fukuşima Nükleer Santrali’nde ölümcül seviyelerde radyasyon tespit edilmişti. Bu durum değişmiş de değil. Öte yandan radyoaktif mikropartiküllerin ve izotopların hava hareketiyle yayılması da her zaman mümkün. Benzer şekilde nükleer santralde yoğun radyoaktif olan kısımlara yeraltı suyunun girmesi yeni radyoaktif su üretimine neden olmakta. Nitekim radyoaktif olduğu için 1000 tonluk silolarda biriktirilen suyun miktarı geçen seneye göre yüzde elli artarak 1 milyon 400 tona ulaştı. Bu noktada iki açıdan problem sözkonusu: Birincisi silolara yeni yer açılamayacağı için radyoaktif suyun Okyanusa boşaltılmak istenmesi. İkincisi ise Okyanusa dökülmek istenen bu suyun içinde etkisi 300 yıla varan stronsiyum ve sezyum gibi kanser ve birçok başka hastalığa yol açabilecek şekilde radyoaktif izotopların bulunması. Nitekim, silolarda biriktirilen suyun okyanusa boşaltılması ekosistemsel felakete yol açacakken, radyasyonun bu şekilde besin zincirine karıştırılma ihtimali baki.
Fukuşima’nın bugünkü kritik tartışma konularından bir diğerini tam erimenin meydana geldiği reaktörlere ait havalandırma bacalarının sökümüne başlanacak olması teşkil ediyor. Operasyondaki herhangi bir başarısızlık yüksek miktarda radyasyonun çevreye yayılması anlamına gelirken, normal şartlarda nükleer santrallerde periyodik olarak izotopların havaya salındığı bu bacaların her biri, incelemelere göre bugün saatte 10 bin milisevertten daha fazla radyasyon barındırmakta. Dört bacanın sökülmesi için birkaç ay içinde nükleer santral sahasında bir robot üretimine başlanması planlanıyor.
Öte yandan Japon hükümetinin nükleer felaketin ardından Fukuşima eyaleti genelinde 1 milisievertten 20 milisieverte çıkartmış olduğu radyasyon sınır dozlarını eski haline döndürmek gibi bir girişimi de yok zira radyasyon seviyelerinin daha onlarca yıl aynı kalacağı bir gerçek. Buna rağmen Japon hükümeti 2020 Tokyo Olimpiyat Oyunları’na kadar tahliye edilmiş olan herkesin evine dönmüş olması için uğraşmakta. Zira sekiz yıl önce tahliye edilmiş olan 380 bin kişiden 43 bin kişinin hala evine dönmediği bilinirken, geri çağırma sürecinde yurttaşların kolay ikna olması amacıyla hükümetin başvurduğu yöntem, ilk ve orta dereceli okulları öğretim hayatına yeniden açmak. Bu şekilde ebeveynlerde Fukuşima’nın çocuklar için bile güvenli olduğu hissini uyandıran hükümet çevresel radyasyon ölçümü için kurulan cihazları ise kaldırtmanın uğraşında. Maliyeti 25 milyar dolara varan 2020 Tokyo Olimpiyat Oyunları’nın hazırlıklarını üstlenen hükümetin 10 yıllık ömrü dolduğu bahanesiyle maliyeti 3.6 milyon dolar olan ölçüm cihazlarını yenilemeyeceğini buraya not düşelim.
Anlaşılan o ki, Fukuşima gibi felaketler yeni risklerle kendini yeniden inşa ettikçe, siyasi iktidarlar da kendilerini duruma göre konumlamakta, ya gerçekleri örtbas etmeye çalışmakta ya da radyasyon sınır dozlarını yukarı çekmeye varan bir pişkinlik sergileyebilmekte… Fukuşima Felaketi’nin tetiklendiği Japonya gibi bir deprem ülkesi olan ülkemizde siyasiler kazalarda dahi sorumluluk kabul etmemekte… Sizce, intihar etmek için insanın kendisini trenin önüne atması yerine trene binmesinin kafi olduğu ülkemizde planlar hayata geçirilir nükleer santral kurulursa yaşanacakları tahmin etmek güç müdür?
15 Mart Cuma günü Komşu Kapısı Maçka Dayanışma Derneği’nde “Fukuşima Etkisi” adı altında Fukuşima’da yaşananları, nükleer risklerin toplumsal ve ekolojik maliyetlerini ve ülkemizdeki nükleer planların detaylarını anlatacağım, beklerim.
Bu yazı Yeşil  Gazete'de yayımlanmıştır.

Nükleerden çıkışı alternatif enerji üretimine endekslemek

İçinde bulunduğumuz yüzyılda elektrik üretimi açısından karbon emisyonu hesaplarının, üretim maliyetlerini düşürme gayretlerinin ve sürdürülebilirlik kriterlerinin belirleyici olacağı anlaşılıyor. Güneş ve rüzgar enerjisinin dünya genelindeki elektrik üretiminin % 10’unu sağlayan nükleer santrallerin yerini alması sözkonusu ancak, geçiş için altyapı hazırlıkları zaman gerektiriyor. Oysa nükleer enerjiden çıkışın fitilini ateşleyen son olay sekiz yıl önce meydana gelen ve hala devam eden Fukuşima Nükleer Santral Kazası’ydı. Bugün ise nükleerden çıkışta en yaygın argüman iklim değişikliği şartlarında maliyetli; enerji sorunununa hızlı çözüm üretmekten uzak, atık sorunu baki, birçok risk içeren nükleer enerji ile devam edilemeyecek olması ve meselenin alternatif enerji üretimine endekslenmesi.
2018 Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu’na göre faaliyet halindeki reaktör sayısının 413’e; inşa halindeki reaktör sayısının ise ilk kez 50’nin altına düştüğü göz önüne alınırsa nükleer endüstrinin ciddi bir erozyon yaşadığı aşikar. Nitekim Avrupa’da Almanya’nın başı çektiği nükleerden çıkış kararlarını 2035’te nükleerden çıkacağını açıklayan Belçika, İsveç ve nihayet İspanya izledi. Kuşkusuz, gelişme ve kalkınma adına her yolun mübah sayıldığı yollardan geri dönmek ya da başka bir yola sapmak için de her yol mübah olmak zorunda ki, ben de bu yönde yazılar yazıyorum. Ancak şunu teslim etmek gerekir: Bu yönde atılan kalıcı olsa da ağır bir adım.
5-6 Şubat’ta Belçika’nın başkenti Brüksel’de Avrupa Parlamentosu Milletvekili Rebecca Harms ve Henrich Boll Stiftung Derneği’nin davetiyle uzmanların buluşturulduğu bir konferanstaydım. Burada edindiğim izlenim nükleerden çıkış mücadelesinde varılan noktanın bir sona değil başlangıca tekabül ettiği yönünde. Zira konferansın odağındaki her yıl yayımlanan benim de yorumlayarak sizlerle paylaştığım Dünya Nükleer Endüstri Raporu’na ait veriler, nükleer endüstrinin enerji pastasından el çektirilmesinin zaman alacağını gösteriyor. Lakin bir taraftan alternatif enerji üretim çözümlerinin oluşturulması diğer taraftan siyasi iktidarların nükleer reaktörlerin söküm maliyetlerinden kaçınmak için reaktörlerin işletim lisans sürelerini uzatarak ertelemelerde bulunması esasen bir nükleer felaketin daha yaşanması ihtimallerini içinde barındırıyor.
Misal, Belçika’da elektriğinin %60’ını sağlamak amacıyla kurulmuş olan toplam 7 reaktörden aktif durumdaki iki reaktörün lisanslarının uzatılmış olması her an nükleer felaket olabileceği endişesini hissettirmekte. Zira ülkenin doğusunda Almanya sınırına komşu Tihange 2 reaktörünün basınç kabında tespit edilen mikroskobik çatlaklarla Tihange’deki aynı Westinghouse teknolojisinin kullanıldığı Doel 3’ün taşıdığı potansiyel tehlike bu endişelerin temelinde yer alıyor. Bu nedenle Brüksel’deki koferansın ardından 10 ve 11 şubat günlerinde bahsettiğim reaktörlerin bulunduğu bölgelere ziyaret yaparak yerel dayanışma gruplarından bilgi almak suretiyle biraz nabız tutmaya çalıştım. Zira yerel yönetimler, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) tarafından tayin edilen 30 kilometre mesafedeki alanda iyot hapı dağıtılması uygulamasını 60 kilometre içindeki tüm nüfusu kapsayacak şekilde genişletti. Kaygılı sivil toplum 2017 yılında Hollanda ve Almanya sınır komşularından da katılımla 50 bin kişinin oluştruduğu 90 kilometrelik bir insan zinciriyle Tihange ve Doel nükleer tesislerinde aktif olan bu reaktörlerin kapatılmasını talep etmişti. Fakat, Belçika Hükümetinin 2035 yılını nükleerden çıkış tarihi ilan etmesiyle bu nükleer santrallerin bugün kapalı olan birer reaktörü daha devreye alınacak ve bu reaktörler 16 yıl daha çalıştırılacak.
Antwerp Limanı’na komşu olan Doel 3 reaktörü olası bir Çernobil veya Fukuşima benzeri kaza neticesinde katmerli bir ekolojik felakete yol açabilir. Nükleer felaketlerin baş sorumlusu nükleer lobinin anlayacağı dilden söylersem böyle bir olay dünya ticaretinin durmasına ve kapitalist birikimin büyük zarar görmesine neden olur. Zira dünya geneline satılan petrolün sevkiyatı da buradan yapılıyor. 1990’ların başında Doel köyü dahil toplam 25 köyü yutmuş olan devasa endüstriyel limanın büyük bir ekolojik ve ekonomik kayıp yaşatacağı ortada. Sizce de karbon ayak izlerinin hesaplandığı bir dönemde yaşanabilecek fosil yakıt kirliliğinin bu kadar önemsenmemesi normal mi?
Şimdi tekrar soruyorum, nükleer enerjiden çıkış için gerçekten neyi bekliyorduk biz?
***
1 Mart Cuma akşamı Fukuşima Nükleer Felaketi’nin 8 yıl sonra geldiği aşama ve Türkiye’deki nükleer planlarla ilgili bir söyleşim olacak. Etkinlik detaylarına bu bağlantı üzerindenulaşarak kayıt yaptırabilirsiniz.
***
Bu yazı ilk olarak yeniyasamgazetesi.com/ ‘da yayımlanmıştır

Nükleer endüstrinin manipülatif ikna aracı çocuklar

Ürünlerin alıcı bulması ve kabul görmesi için nasıl bir ambalaj içinde sunulduğu önemlidir. Ambalaj, bir ürüne atfedilen ya da atfedilmek istenen değerlerin altını çizdiği için ürünle birlikte satılır. Çocuk haklarının suistimali anlamına gelse de her şeyin mübah sayıldığı kapitalist sistemde saflık, temizlik, neşe ve geleceğin timsali olan çocuk imajına tanıtımlarda sıklıkla başvurulur. Bu şekilde ürünün sağına, soluna çocuğun yerleştirilmesiyle kamuoyunun ikna edilmesi girişimleri dolayısıyla “değer atfı” manipülatiftir…
Bugün Japonya’nın Fukuşima eyaletine giderseniz, şehir merkezinde uğradığınız bir kafenin menüsünde Fukuşimalı  çocukların Fukuşima’da yetiştirilen pirinçle hazırladığı pirinç köftesine, Fukuşima’da yetiştirilen sebzelerden yapılan kızartma seçeneğine rastlayabilirsiniz. Çünkü geçen hafta Fukuşima’nın imajının düzeltilmesi için bazı kafe ve restaurantlarda yiyeceklerin Fukuşima’lı çocukların eliyle hazırlandığı haberi basında yer aldı. Buna göre 8 yıl önce Fukuşima Nükleer Felaketi başladığında, en küçüğü 3 yaşında olup bugün 11-16 yaş aralığındaki çocuklar okuldan sonra mutfağa koşuyor. Müşteriler ise uygulamadan oldukça memnun, nükleer felaketle yayılan radyasyonun yüzlerce yıl toprakta kaldığını, o sebzelerin bu topraktan çıktığını pek umursamıyor. Projenin ilk 6 ayında bahçede sebze yetiştirmeyi öğrenen çocuklar ise projenin parçası olmaktan heyecanlı ve gururlu hatta başka çocukların da projeye katılması için gönüllü eğitim vermek isteyecek kadar hevesli.
Diğer taraftan geçen hafta 11 yaşında bir kız çocuğunun Fukuşima Nükleer Felaketi’nin başlamasıyla iki ay içinde 100 Milisievert (10 Röntgen) alarak ciddi düzeyde radyasyon mağduru olmuş olduğu öğrenildi. Oysa Fukuşima Nükleer Santrali’nin işletmecisi Tokyo Elektrik ve Japon Hükümeti, kamuoyuna “Çocukların 100 Milisievert ve üzeri dozda radyasyon aldığına dair bir bulgu yoktur” şeklinde defalarca beyanatlarda bulunmuştu. Zira Çernobil Nükleer Felaketi’nin üzerinden 20 yıl geçmişken 2006 yılında Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından yapılan bir araştırma, radyoaktif olarak kirli bölgelerde 18 yaşından küçük 5000 çocukta tiroit kanseri tanısında bulunmuş, Birleşmiş Milletler’in (UN) 2006 yılında açıkladığı bir rapor ise 100 Milisievert doz radyasyon almış olan 15 çocuğun tiroit kanseri nedeniyle yaşamını yitirdiğini açıklamış ve bu durum Fukuşima için benzerlik kurmaya neden oluyordu. Nitekim bugün Japonya’da milyonda bir çocukta görülen tiroit kanseri ise 368 bin çocuktan 200 çocuğa teşhis ve tanı şüphesinin konmasıyla, 12 yıl sonra Çernobil’in akıbetine yaklaşılacağına işaret etmektedir.
Nükleer felaket halinde çocukları sahaya süren nükleer endüstri santral kurulmadan önce de kamuoyunu etkilemek için çocukları kullanır. Türkiye’nin ilk nükleer santrali olmaya aday Akkuyu Nükleer Santrali’ni inşa eden Rosatom’un Rusya, Mısır, Zambiya, Hindistan ve Türkiye’den toplam kırk sekiz çocuğu 10. Uluslararası Akıllı Tatiller Projesi adı altında Rusya’da düzenlenen Güneş Kampı’nda toplayıp tatil yaptırması, öğrencilerin nükleer santral sahasına götürülmesi, çocuklu nükleer santral reklamları gibi bu kapsamdadır. Kampta Rusça kelimeler öğrenen, müze gezen, matruşka bebek yapan öğrenciler en çok matruşka bebek yapmaktan hoşlanmış, Rosatom’a güzel tatil için teşekkür etmişler.
Oysa yıllar geçecek, biraz büyüyünce Rosatom ve nükleer santrallerle ilgili gerçekler bu çocukların karşısına matruşka bebekler gibi çıkacak… En alttaki matruşka onlara nükleer endüstrinin gerçek kurbanının kendileri olduğunu fısıldayacak… Anne karnındaki bebeklik sürecinden 18 yaşına gelene kadar gelişme çağındaki çocuklar, büyümede önemli rolü olan hormonları salgılayan tiroit bezinde radyasyonun birikmesine bağlı olarak tiroit kanserine yakalanma sıklıkları arttığı için nükleer endüstrinin ilk gözden çıkardığı toplumsal gruptur.
Bu yazı yeniyasamgazetesi.com/ dan alınmıştı

[COP 28] Nükleer enerjinin COP kararına girmesinin arka planı

  Küresel ısınmanın önlenmesi için ilki 1995 yılında gerçekleştirilen  COP  toplantılarının 28’incisine fosil yakıtlardan çıkışa dair somut ...