25 Aralık 2023 Pazartesi

[COP 28] Nükleer enerjinin COP kararına girmesinin arka planı

 


facebook sharing button
twitter sharing button
whatsapp sharing button
linkedin sharing button
messenger sharing button
email sharing button
snapchat sharing button

Küresel ısınmanın önlenmesi için ilki 1995 yılında gerçekleştirilen COP toplantılarının 28’incisine fosil yakıtlardan çıkışa dair somut bir plan ortaya konulmaması neticesinde kademeli çıkışa yalnızca sivil toplumun baskısıyla bir ibare olarak yer verilmesi ve nükleer enerjinin düşük karbonlu olarak nihai metne girmesi damgasını vurdu.

Zira 2050 yılında karbonsuzlaşma hedefi için karbonu kaynağında azaltmaktansa salınan karbonun azaltımını sağlayan teknolojiler üzerinden bilime referans verilmesiyle “sihirli” nükleer çözümlere de kapı aralandı. Yani önceki yıllarda yeşil enerji olmadığı için yeşil fon alanına kapıdan erişemeyen nükleer lobi, bu sene bilim ve teknolojiye verilen referansla bacadan girdi. Ancak, nükleer enerjinin COP kararına girmesinin nedeni nükleer enerjinin iklim krizine çözüm olması değil, pazardaki paylaşım kavgası.

Daha önce birçok yazıda belirtildiği gibi 2050 karbonsuzlaşma hedefi için de en düşük karbonlu teknoloji olmanın ötesinde kaynağını doğadan alan, kaynağında sonsuz ve dışsallıkları olmayan, depolama altyapısına sahip yenilenebilir enerji kategorisindeki rüzgar ve güneş enerjilerine yönelmek en akılcı yöntemdir. Yenilenebilir enerjilerin neredeyse tam tersi özellikleriyle  ham maddesi tehlikeli, kaynağında sınırlı, pahalı, depolama süreçleri riskli (kalıcı depolama sorunu çözülmemiş), tüm süreçleri aşırı maliyetli ve soğutma suyunu dahi ısıtan dışsallıkları bulunan, iklim krizi koşullarında riskleri artan, operasyonel süreçleriyle küresel ısınmaya pozitif besleme yaparak hem iklimi ısıtan hem de radyoaktif kirliliğe neden olan nükleer enerjiye yönelim de bir o kadar akıl dışıdır. Dolayısıyla nükleerin düşük karbonlu kabul edilmesi ve Dünya Bankası kaynakları dahil teşviklerden yararlandırılması iklim krizine karşı kaşıkla verilen ilacın kepçeyle çıkarılması anlamını taşır. Gezegenin iklim krizine sokulmuş olduğu hali kalp hastalığına yakalanan bir hasta metaforuyla açıklarsak, doktorun verdiği diyette yağlı ve kızartmaların yazması kadar absürt olan bu kararla doktorun hastaneye kalp ameliyatı müşterisi kazandıracağı kesindir!

Yeni ‘finansman modelleri’ne örnek: Akkuyu

İklim krizinden çıkış koşullarına dair tartışma zemini varsayılan iklim zirvelerinin son yıllarda yeni iş anlaşmalarıyla yeni iş fırsatları anlamına geldiği malum. Bu kapsamda özellikle devletlerin ve ulus üstü örgütlerin ifa ettikleri düzenleyici rol, engellerin kaldırılması, teşviklerin uygulanması ve itirazların baskılanması için nükleer enerjinin küresel yayılımını da organize etmiştir. Ne var ki, kapitalist sistemin “hep daha fazlasını isteyen” narsistik tavrı sergileyen nükleer endüstri devlet desteği olmadığı gerekçesiyle  “kuraklıktan” dem vurabiliyor.

Nitekim neoliberal düzene rağmen bu durum ABD menşeili Clean Air Task Force, The EFI Foundatio, ile kendisi başı başına tehdit olan the Nuclear Threat Initiative adlı kuruluşlar tarafından hazırlanan “Gelişmekte Olan Ülkelerde Nükleer Enerjinin Geliştirilmesi için Küresel Bir Oyun Kitabı: Başarı için Altı Boyut” (A Global Playbook for Nuclear Energy Development in Embarking Countries: Six Dimensions for Success) içindeki “Nükleer projelerin finansmanı için sadece piyasa mekanizmaları yeterli değildir; ulusal hükümetler nükleer programın başlangıcında aktif bir rol oynamalıdır” ibaresinde de görülmekte. Nükleer gibi karmaşık bir teknolojinin gelişmekte olan ülkelere pazarlanması için bankacılık kabiliyetinin artırılmasının hedeflendiği  belirtilen kitapçıkta, Fransa ve ABD gibi nükleer endüstri lobilerin güçlü olduğu devletlere önderlik görevi veriliyor.  Yeni finansman modellerinin uygulanmasına ihtiyaç olduğuna da işaret edilen kitapçıkta ülkelerin azgelişmişliği ölçüsünde finansman yollarına başvurulması için verilen örnek ise Rusya’nın Yap -Sahip ol -İşlet (B.O.O) tipi  finansman anlaşmasıyla ülkemizde kurduğu Akkuyu Nükleer Güç Santrali.

Rusya devletine ait Rosatom’un küresel projelerinin yayılımı

Kitapçıktaki  öneriler, COP28 başlamamışken nükleer enerji kapasitesinin üç kat artırılması yönündeki haberlerin dünya kamuoyuna duyurulmuş olmasıyla değerlendirildiğinde nükleer enerjiye yatırım kararlarının evveliyatının belirleyici olduğu görülmekte. Hatta ağustos ayının başında Fukuşima‘ da 11 yıldır biriktirilerek miktarı 1,3 milyon tona ulaşan radyoaktif suyun IAEA‘nın desteğiyle okyanusa boşaltılmasında da küresel nükleer kapasitenin üç katına çıkarılması planlarının  etkili olduğu söylenebilir.  Çünkü şu yazıda iddia edildiği gibi nükleerleşmenin artması, normalleştirilmesi gereken daha fazla radyoaktif kirlilik kaynağının oluşması demektir.

Nükleer enerjide ‘Rönesans’ çabası

Yukarıdaki bağlama göre, bu yazıda COP28 sonuç bildirgesinde de yer alan nükleer enerjinin düşük karbonlu kabul edilmesine dair kararın paylaşım mücadelesine dayandığını ve böylece  yenilenebilir enerjiler karşısında kaçınılmaz şekilde küçülmeye giden küresel nükleer enerji kapasitesinin  hak etmediği bir desteğe kavuşturulmak istendiğini iddia ediyorum. Bu nedenle, küresel ölçekte nükleerden elde edilen elektriğin yüzde 72’sini üreten ABD, Çin, Fransa Rusya ve G. Kore arasındaki dengenin bozulmasından odaklanıyorum. İlk yayımlandığı 1992 yılından itibaren  şeffaflıktan yoksun nükleer süreçlere dair en objektif verileri sağlayan ve bu sene COP 28’in gerçekleştirildiği tarihte yayımlanan  Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporunun bu seneki verilerinden yararlanarak yürüttüğüm tartışmada, nükleer teknolojilerin iklim krizine karbonsuz teknolojik çözüm üretme derdinin çok uzağında olup bir nükleer enerjiye yeniden rönesans yaşatma  sürecinin  lobiler arası yarışla tırmandırıldığını savunuyorum. Böylece rapor üzerine her yıl Yeşil Gazete‘ye yazdığım değerlendirme yazımı da bu sene COP 28 bağlamındaki bu yazıyla paylaşmış olacağım.

Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu’ndaki büyük resme göre küresel ölçekte inşa halindeki 58 reaktör projesi nükleer endüstriyi domine eden beş büyük devletten Çin ve Rusya’ya ait. Yani  Çin’in 2023 ortası itibariyle inşa halindeki 23 reaktörle en fazla projeye tek başına sahip konumda olması ve Rusya’nın, 2023 ortası itibariyle dördü Akkuyu’da bulunan yapım aşamasındaki 24 reaktörün tedarikçisi olarak uluslararası pazara büyük ölçüde hâkim bulunması önemli. Özellikle Rusya’nın kendi ülkesi haricinde Hindistan, Çin, Türkiye, Mısır ve Bangladeş’teki projeleriyle Fransa ve ABD’deki nükleer  lobilerine göre pazarda üstünlük yakalamış olması,  diğer nükleer devlerin yeni coğrafyalara açılma iştahını kabarttığı üzere yakın zamanda daha çok sayıda gelişmekte olan ülkenin  nükleerleştirilmek istenmesi için yeni reaktör anlaşmalarının yapılacağı öngörülebilir.

Bu şekilde gelişmekte olan ülkelerin sermayeyi kendi öz kaynakları olan yenilenebillir enerjileri geliştirmek için kullanması da engellenir.  Yani  sosyo-ekonomik sorunlar içinde demokrasi yoksunu, iklim krizine ve hükümetlerine karşı direnmesi gereken gelişmekte olan  ülke halkları bir de nükleer yük altında ezilecektir. Bu şekilde nükleer kolonyalizmin yaygınlaştırılacağı anlaşıldığı üzere, Türkiye’de AKP tarafından Sinop ve İğneada‘da kurulmak istenen nükleer santral projeleri için de  ipotek anlamına gelen yeni anlaşmaların gündeme getirilmesi beklenebilir.

Bununla beraber raporun, küresel nükleer enerji üretim seviyeleri açısından 2002 yılında 15’inci sıradaki Çin’in 2016 yılında üçüncü sıraya, 2020 yılında da dünyanın en büyük ikinci nükleer üreticisi haline gelerek 1980’lerin başından beri sektörün lideri olan Fransa’yı geçtiğini göstermesi de kıymetlidir. Kaldı ki, Fransa’daki nükleer enerji üretimi  1990’dan bu yana ilk kez yüzde 22,7’lik rekor bir düşüşe uğrayarak 300 gigawatın altına gerilemiş bulunmaktadır. Nitekim aşağıdaki tabloya göre  dünya çapında reaktörlerin ortalama yaşı 31,4 olurken,  56 reaktörü 38 yaşını geçmiş durumda olan Fransa’daki  hükümet reaktörlerin devreden çıkarılmayıp ömürlerinin uzatılması için  girişimlerde bulunmaktadır.

ABD ise 93 reaktörüyle dünyanın en fazla reaktörüne yani en geniş nükleer filosuna sahiptir. Ancak, reaktörlerinin ortalama yaşının 42 olması, dünya ortalamasına göre yaşlı olduğunu gösterirken 49 reaktörü 41 yıldır çalışmakta, son beş yıl içinde ise 47 yaşında 7 reaktörü temelli kapatılmıştır. Yani aşağıda görüldüğü üzere dünya genelinde kapatılan reaktörlerin ortalama yaşı 28,2 iken ABD’de 10 reaktör 51 yıl veya daha uzun süredir operasyonda olup Fransa’daki  gibi reaktör ömrünün uzatılması için başvuruları  yapılmıştır.

Öte yandan Rusya’nın büyüyen nükleer filosu için gereken uranyum tedarikinde engellenmesi karşısında önceki bir yazıda  tartışıldığı gibi yeni uranyum madenleri açma girişimlerinde bulunmaktadır. Bununla beraber, COP28’de bilime referans verilmesi nükleer yakıt süreçlerinde bağımlılığın aşılması için teknolojik geliştirmelere başvurulacağına işarettir. Esasen dünya genelinde mevcut santraller için 50 yıllık uranyum rezervi kalmışken nükleer kapasitenin üç kat artırılması kararı atıktan yakıt üretme süreçlerinin geliştirilmesinin hızlandırılacağı anlaşılmaktadır. Üstelik ABD ve Fransa’nın rakip gördüğü  Rusya, VVER 1200 modellerinin nükleer atığını yeniden işleyerek yeni nesil reaktörlere yakıt üretme yöntemlerini geliştirmektedir (Bu durum en az 1 milyon yıl tehlikesi sürecek olan nihai atığın ev sahibi ülkede depolanmasından önceki proseste, atığın içinden alınan plütonyumun alınarak işlenmesiyle ilgilidir). Anımsanacağı gibi Ukrayna savaşında Rusya’ya yaptırımların uygulanmasındaki zorluğun temelinde Rusya’nın nükleer santrallerde kullanılan zenginleştirilmiş uranyum yakıtının üretildiği iki teknolojiden en büyüğüne (*) sahip olması bulunmaktadır ki bu da diğer nükleer devlerin ham maddeden bağımsızlaşmak için atıktan yakıt üretme çalışmalarının hızlandırılmasına diğer bir gerekçedir.

Nükleer enerjiden elektrik üretimi düşerken artan kurulu kapasite dilemması

Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu’na göre nükleer enerjinin 2022’de küresel ticari brüt elektrik üretimindeki payının yüzde 9,2’ye düşerek son kırk yılın en düşük değerine gerilemesi ise faaliyette olan nükleer santrallerden elde edilen elektriğin verimlilik sorunsalı olarak karşımıza çıktığını göstermektedir. Oysa 2013-2022 yılları arasında yüzde 60’ı Çin’de olmak üzere 66 reaktör işletmeye alınırken 42 reaktörün kapatılması neticesinde kurulu nükleer kapasite 2022 sonuna kadar artmıştır.

Bununla birlikte nükleer enerjinin yenilenebilir enerjilerle rekabet edemediğini gösteren şekilde 1996’daki yüzde 17,5’lik üretim düzeyinin yarısına kadar gerilemesinde yenilenebilir enerjilerin (güneş, rüzgâr ve ağırlıklı olarak biyokütle) 2020’den itibaren artan verimliliğinin de etkisi yadsınamaz. Kuşkusuz bu sonuçta  aşağıdaki grafikte görüldüğü gibi güneş ve rüzgar enerjisinin üretim maliyetlerinin fosil yakıtlarla  nükleerden düşük olması rol oynamaktadır ki,  nükleer enerji üretim maliyetleri artan bir seyir izlemektedir.

Yenilenebilir enerjilerden nükleer santrallere kıyasla yüzde 16,5 daha fazla elektrik üretildiği belirtilen raporun 2021 yılı verileri anımsanırsa rüzgâr ve güneş enerjisinin küresel enerjinin yüzde 10’undan fazlasını sağlamıştır ki, 2022 yılında yenilenebilir enerjiden elde edilen elektrik düzeyi de yüzde 30’lara ulaşmıştır.

Nükleer endüstrinin genel olarak deneyimlenen sorunları  da mevcut santrallerde üretilen elektriğin payının küçülmesinde rol oynar. Nitekim raporda, Arjantin‘de üç reaktöründen birinde aylarca süren planlı ve plansız bakım ve onarım kesintileri nedeniyle nükleer enerji üretiminin yüzde 26,5 oranında düştüğünden; Belçika’da da teknik sorunlara bağlı olarak 2022’de yüzde 13’lük bir düşüş yaşandığından bahsedilmektedir.

Fukuşima nükleer felaketinin de etkisiyle nükleerden çıkış kararını hayata geçirerek 17 reaktörünü aşamalı olarak kapatan Almanya faktörü ile felaketin meydana geldiği tarih itibariyle önce 43 olarak belirlenen, ardından 35 olarak güncellenen reaktörleriyle Japonya’da 12 yıl sonra yalnızca 10 reaktörün operasyona yeniden başlatılmış olmasının da bu düşüşte payı vardır. Esasen raporda Japonya’da nükleer enerjiden elde edilen üretimin 2021’deki önemli artışın ardından 2022’de yüzde 15,3 oranında tekrar düştüğünden bahsedilmektedir. Benzer şekilde Birleşik Krallık‘ta, 2016 ve 2021 yılları arasında istikrarlı bir şekilde azalan nükleer üretimi 2022 yılında yüzde 4,3 artmış, ancak 2022’de üç reaktör daha kapatıldığı için 2022’nin aynı dönemine kıyasla yüzde 21,5 düşmüştür ki raporda, önceki düşüş eğiliminin süreceğine işaret edilmektedir.

Sonuç olarak, operasyondaki nükleer santrallerin sayısı artarken nükleer enerji üretiminin düşmekte olması her şeyden önce nükleer enerjinin verimsiz süreçlerinin ürünü olarak okunmalıdır. Ayrıca giderek yaş ortalaması artan ve  nükleer filo kapasitesinin yüksek gösterilmesi için reaktörlerin ömrü uzatılırken iklim krizi şartlarında  bakım-onarım ihtiyacı da artarak kırılganlaşan nükleer santrallerin tehlike düzeyi yükselecektir. Hatta teknolojik yatırımlarla uranyum zenginleştirme teknolojisi kurmak yerine ham maddenin sınırlılığı nedeniyle nükleer atıktan yakıt üretme gibi  süreçlerin yaygınlaşması yeni inşa edilmesi planlanan santrallerin daha da tehlikeli hale gelmesi demektir.

Dip toplamda nükleer pazardaki rekabetin tetiklediği nükleer kapasite artırımı  için yapılacak  yatırımın geri dönüşünün uzun inşaat süreçleriyle nükleerin küresel ısınmanın 1,5 derece altında tutulmasına yetişememesi nedeniyle iklim krizine çözüm sunamayıp çoklu felaketlere yol açması şeklinde yaşanacaktır. Yani iklim krizine bir çözüm sunamayan nükleer enerjinin teşvikler alıp  yaygınlaştırılması ancak insan sonrasına katkı(!) yapabilir ki, neoliberal nükleer devletler yarışadursun  kendisi riskli, yavaş ve hantal olan nükleer projeler bu sonu yakınlaştırmaktadır.

*

(*) Dünya genelinde zenginleştirme hizmetleri ve yakıt döngüsü ürünleri alanında ikinci sırada ise uluslararası bir tedarikçi olan Urenco vardır

G. Kore’de toplanan Nükleersiz Asya Forumu’ndan izlenimler: Buzdağının altı

 



Japonya’daki nükleer karşıtlarının 1993 yılında “Gelin, birlikte nükleer santralsiz ve nükleer silahsız, barış içindeki Asya’yı inşa edelim” sloganıyla kurduğu ve ilk etkinliğini nükleer santrallere karşı direniş desteği vermek için Güney Kore’de gerçekleştirdiği Nükleersiz Asya Forumu, pandemi nedeniyle dört yıllık bir aranın ardından 30’uncu yıldönümünde yine G.Kore’de yapıldı.

Asya ülkelerindeki nükleer karşıtı mücadeleler arasında bilgi ve deneyim paylaşımı temelli olduğu kadar gerektiğinde direnişi büyütme misyonuyla faaliyetlerini on yıllardır sürdüren Forum, 19-23 Eylül tarihlerinde Japonya, Tayvan, Tayland, Hindistan, Filipinler, Avustralya ve Türkiye’den davet edilen nükleer karşıtı sivil toplum üyelerinin katılımıyla 20’nci buluşmasını gerçekleştirdi.

Forum üyelerinin güncel ülke raporlarını sunarak karşılıklı bilgi alışverişinde bulunmasıyla başlayan altı günlük program kapsamında, Seul-Busan-Ulsan-Gyeongju-Uljin gibi nükleer santral tesislerinin kurulu olduğu kentlerle nükleer karşıtı mücadelenin nükleer santral projesini engelleyerek başarı sağladığı Samchaek’e gidildi.

Bu ziyaretlerde hem nükleer süreçlere dair bilgi edinilerek nükleer karşıtı mücadelelerin aktörleriyle bir araya gelindi, hem de Forum üyelerinin konuşmacı olduğu enerji politikaları, demokrasi ve nükleer karşıtı hareket temalı panellerle münazara ortamları oluşturuldu. Eylül ayında Fukuşima’nın radyoaktif suyunun okyanusa boşaltılmasına başlanması Forum’a damgasını vurduğu üzere, kent merkezlerinde basın açıklamaları yapıldı. Programın son günü olan 23 Eylül’de ise Seul’de gerçekleştirilen İklim Adaleti Yürüyüşü’ne katılım sağlanmasıyla nükleer santrallerin iklim krizinin çözüm aracı değil bilakis yeni sorunların kaynağı olduğu vurgulandı; Türkiye’den nukleersiz.org olarak da bileşenleri arasında yer aldığımız İklimime Nükleeri Bulaştırma/Do not Nuke The Climate Ağı’nın eylemlerine destek verildi.

G.Kore’nin ‘nükleer mağduriyet’i

Yukarıda çerçevesini çizdiğim programa göre bu sene G.Kore’de gerçekleştirilmiş olan Nükleersiz Asya Forumu’na dair bir değerlendirmeyi daha önce Japonya, Filipinler ve Tayvan’daki etkinliklerin ardından olduğu gibi yine Yeşil Gazete‘de paylaşmaya çalışacağım.

Ancak Türkiye’de nükleer enerjiyi savunanların G. Kore’yi örnek göstermesi  bakımından “buzdağının altı” olarak nitelediğim nükleer mağduriyet halini  görünür kılmayı istiyorum. Bunun için daha ziyade, ülkedeki hâkim enerji politikasına değinerek nükleer santrallerin kurulmasına ikna olmuş bir ülkede nükleer karşıtı mücadeleyi etkileyen koşullardan bahsedeceğim.

Türkiye’nin yedide birine denk yüz ölçümü ve yarısına karşılık gelen nüfusuyla fosil yakıtlarda dışa bağımlı bir ülke olan G. Kore’nin endüstrileşmesinde nükleer teknolojisinin payına vurgu yapılır. Kalkınmasında kurulu elektrik gücünün yüzde 26’sını oluşturan operasyon halindeki 25 nükleer santralinin elbette payı vardır, ancak enerji üretiminin politik tercihlerle şekillendiğine önemli bir örnek, sol siyaset izleyen Moon Jaein hükümeti döneminde nükleerden çıkış planlanmışken 2022 yılında sağ siyaset izleyen Yoon Suk Yeol hükümeti döneminde bu planın ters yüz edilmesidir. Yani yenilenebilir enerjilere geçişin eşlik edeceği şekilde ömrünü tamamlamış olan nükleer santrallerin kapatılmasıyla Almanya’daki gibi nükleerden çıkış mümkünken yeni hükümetin önceliği, nükleerin enerji üretimi pastasındaki payının 2030’a doğru yüzde 30’a çıkartılması olmuştur.

G.Kore’nin enerji politikasındaki rüzgârın nükleerden yana dönmesiyle devlet şirketi olan Kore Hidro-Nükleer Güç (KHNP) ile nükleer lobisinin işbirliğiyle inşa halindeki iki reaktörün yanı sıra SMR iştahı ile yurt içinde, Birleşik Arap Emirlikleri’nde 2017 yılında operasyona başlayan Barakah Nükleer Santrali konsorsiyumunun ardından deniz aşırı projelerden pay kapma eğilimiyle yurt dışında aktifleştiğini de söylemek yanlış olmaz. Nitekim bu sene temmuz ayında G.Kore’nin Türkiye’deki Sinop projesine teklif verdiği haberleri de basınımıza yansımıştır. Ancak görüştüğüm nükleer karşıtlarının yorumunun G.Kore’deki şirketlerin Türkiye projesinden ziyade Polonya projesiyle ilgilendiği yönünde olduğunu belirtmek isterim.

Image: World Nuclear Association

G.Kore’de ilk nükleer santrallerin kurulmasına ‘70lerin sonunda ömrü 30 yıl olan Kori 1 reaktörüyle başlanmışsa da nükleer santrallerin bir çoğu, ‘80’ler,‘90larla 2000’lerin başında faaliyete geçmiştir. Bu tarihten sonra, 2011 yılında Japonya’da meydana gelen Fukuşima Nükleer Felaketi’nin meydana gelmesi ise yükselen nükleer karşıtlığının etkisiyle nükleer santral projelerinin hızını kestiği söylenebilir. Busan-Ulsan-Gyeongju ve Uljin kentlerindeki nükleer santrallerin kent merkezlere yakınlığı ve bir kaza halinde acil durum tahliye zorluğu gibi risklerin varlığı endişelerin yükselmesinde rol oynamıştır. Özellikle Gyeongsangbuk eyaletinde soğutma suyunun tedarik edildiği nehrin iki yakasında konuşlanan 5’er reaktörlü Busan ile Ulsan kentlerindeki, ikisi inşa halinde biri geçici kapalı durumdaki nükleer santrallerin 3,8 milyon kişinin yaşadığı kent merkezine yalnızca 25 kilometre mesafede olması temel sebeplerden sayılıyor. Yine bu bölgeye 30 km mesafede Uljin’deki 6 reaktörlü Wolseong Nükleer Santrali‘nin bulunması da endişeleri destekliyor. Bununla beraber, depremselliğin düşük olduğu G.Kore’de Fukuşima sonrası testlerle kentsel merkezlere yakın nükleer santrallerin inşasında sismik riskin göz ardı edilmiş olduğunun anlaşılmasının ve 2016 yılında Gyeungju’da meydana gelen 5,8 büyüklüğündeki depremin korku yaratmasının etkili olduğunu da söyleyebilirim.

Sağlığı bozulana ‘evini taşı’ önerisi

Nükleer teknolojisiyle dünyada “en”ler arasında yer alan G.Kore’de göz ardı edilen yalnızca riskler değil. Yazının başlığında işaret ettiğim buzdağının altındaki konulardan biri de normalin 10 katı daha fazla tirityum içeren ağır su reaktörleriyle Wolseong Nükleer Santrali’nde 2019 yılında meydana gelen sızıntıların ve de reaktörde tespit edilen mikro çatlakların çevre ve halk sağlığını tehdit etmesi.

Bu konuda nükleer santral çevresinde yaşayanlara yapılan idrar testleriyle tirityumun dahili olarak alındığı ispatlanmış, hatta santralin işletildiği yerleşim yerinin sakinleri içinde tiroit kanserine yakalananların sayıca artması da mağdurların epidemolojik delillerle dava açarak hak arama sürecine uzanmış bulunuyor. Ne var ki hukuki mağduriyetlerin de eklendiği dokuz  yıllık süreçte Wolseong nükleer santraline karşı sivil toplum güçleri tarafından açılan davalar tesisin taşınmasını sağlayamamış. Hem de Çevre Bakanlığı’nın santralin çevresinde yaşayanlar üzerinde yürüttüğü araştırmanın sonuçlarının insan sağlığının nükleer santrale fiziki yakınlık oranında bozulduğunu teyit etmesine rağmen… Yani devlet sağlık şartlarındaki bozulmanın tek nedenin nükleer santral olmadığı gibi kaçış yollarına başvururken, sağlığı bozulana “sen evini taşı”demiş oluyor.

Yonggwang Gulbi (yellow corvina)

G.Kore’deki nükleer santrallerdeki sızıntı ve çatlak haberleri ülkede balıkçılığa da zarara uğratmış.  Geleneksel Kore yemeklerini vazgeçilmezi sayılan levrek familyasından Yonggwang Gulbi (yellow corvina/ sarı korvina)  balığının satışları nükleer santralle ilgili sızıntı ve çatlak haberleri nedeniyle düşünce balıkçılar tesisin adının değiştirilmesi için dilekçe vermiş. KHNP tarafından dünyanın beşinci büyük nükleer santrali olarak altı reaktörlü Yonggwang Nükleer Santrali‘nin Güney Jeolla eyaletindeki reaktörlerinin adının 2013 yılında “Hanbit” olarak değiştirilmesi sağlığını yitirme riskiyle yaşayanlara “sen git” diyen hükümet ile KHNP’nin ne balıkçılara ne de balıklara aynı tavrı sergileyemediğini gösteriyor.

Hatta aynı yıl altı reaktörlü Uljin Nükleer Santrali’nin adı da kentin adıyla markalaşmış olan yengeç satışlarının üzerinde olumsuz imaj  yarattığı için, “Hanul” olarak değiştiriliyor. Aynı tesisin bu tarihte inşa halinde olup 2022 itibariyle 2032’ye kadar operasyona başlaması planlanan reaktörlerine ise “yeni” anlamına gelen “Shin” kelimesi ilave edilerek nükleer santral tesisi, eski yeni reaktörlere Hanul adının verilmesiyle gereken algı değişikliğinin sağlandığı anlaşılıyor.

Foto: PD

Program kapsamında son uğrağımız olan Samchaek ise nükleer karşıtı direnişin başarıya ulaştığı bir kent. 1970’lerden itibaren nükleer santral kurulmasına direnen kesimlerin mücadelesi ,projenin yeniden gündeme geldiği 2000 sonrasında yerel yönetimin desteğini alarak etkisini artırmış. Ancak kentteki termik santralin mevcudiyeti değişik dinamiklerin devrede olduğunun işareti sayılabilir. Yine de Samchaek’teki mücadeleyi hareket aktörlerinden dinlemiş olarak Mersin ve Sinop’taki projelerin Samchaek projesi gibi iptal edilmesi için anıt taşa nükleer karşıtı flamalarımızı bırakarak dilek dilemekten kendimi alamadığımı belirteyim.

Atık sahası olmayan nükleer ülke!

Nükleer santrali olan ülkelerde nükleer karşıtı mücadelenin en yoğun sürdüğü alan kuşkusuz nükleer atıkların depolanması için bir yerin belirlenmesi sürecidir. Demokrasinin kurumları görece işleyen ülkelerde nükleer atık alanının seçiminde de katılımcı süreçler dikkate alınır. Yani ülkemizde 2022 yılının Kasım ayında Ankara sınırları içinde Avadanlı’da tarım alanlarına yakın bir arazinin nihai atık alanı olarak ilan edildiği anımsanırsa, dünya genelinde nihai nükleer atık sahası Türkiye’deki gibi çitlenmiş bir alanın bakanlıklar arasında el değiştirmesiyle belirlenmiyor! Nitekim, G. Kore’de 37 yıldır hükümetlerin girişimlerine ve nükleer santralleri savunan bir kesim olmasına rağmen dünya genelinde nükleer teknolojiyi haiz ülkelerdeki gibi nihai atık alanının bulunmaması, toplumsal muhalefetin kendisini dayatabileceği yargı erki gibi hukuki bir zemin bulabilmesine dayanıyor.

Bununla beraber toplumsal muhalefetin güçlenmesini sağlayan gelişmeler arasında 2016 yılında bir nükleer atık deposunda yangın çıkması halinde ülke yüzölçümünün yarısından çoğunun radyoaktif kirliliğe uğrayacağı ve toplam nüfusun yarısına karşılık gelen 24,3 milyon insanın tahliye edilmesi gerektiği yönündeki haberlerin basında yer almasının öne çıktığı söylenebilir. Esasen bu gerçeklik, Türkiye’deki nükleer karşıtı hareketin Akkuyu ve Sinop projelerinin yanı sıra Ankara’da nihai atık alanı tayin edilmiş olmasına karşı da kamuoyu farkındalığı oluşturması gerektiğini anımsatıyor.

Foto: Toach

Ağustos ayının sonunda Fukuşima’dan radyoaktif suyun denize boşaltımına verilen onay ise bu bölgeye denizden 1000 kilometre mesafede olan G. Kore’de tarihsel husumetin izlerinin de etkisiyle Japonya’nın bu eylemine karşı tepkiyi tırmandırmış bulunuyor. Nitekim yüzde 70 düzeyindeki karşıtlık nükleer yanlısı ve Japonya’ya destek veren hükümetin varlığına rağmen nükleer karşıtı söylemleri olanaklı kılarken bizim de kentin en işlek alanında basın açıklamaları yapabilmemizi destekliyor.

Öte yandan bu durumun tarifi  G.Kore’de bir Japonya yurttaşı için de geçmiş hassasiyetlerle yüzleşmeden mümkün olmuyor. Nitekim 30 bin kişinin katıldığı İklim Yürüyüşü kapsamında “İklimime Nükleeri Bulaştırma” ağının etkinliğinde konuşan Japonya’dan Nükleersiz Asya Forumu’nun kurucusu Daisuke Sato’nun (*) ilk sözleri “Japonya’da bu radyoaktif suyun denize dökülmesini engelleyemedik. Japonya Asya ülkelerini işgal etti ve sömürgeleştirdi, ancak şimdi bunu bir de radyasyonla yapıyor. Bir Japon olarak sizlerden özür diliyorum. Radyoaktif suyun okyanusa ve Japonya’ya boşaltılmasına karşı mücadele edeceğiz” oluyor.

Fukuşima’nın radyoaktif suyunun okyanusa boşaltılması nükleer santrallerin gerçeğinden bağımsız olmadığı için Japonya’nın kararını kınayan kitlelerin nükleer karşıtlığına kanalize edilmesini kolaylaştırdığı söylenebilir. Nitekim Japonya’nın kararına tepki, katılımı yükseltirken İklim Adaleti Yürüyüşü’ndeki ağırlığı renkli performanslar sergileyen İklimime Nükleeri Bulaştırma Ağı’nın sağladığını belirtmem yanlış olmaz.  Bu kapsamda yürüyüş boyunca,  Türkiye’den nükleer karşıtları dahil 70 kadar çevre örgütü ile platformun  imza vererek desteklediği  gibi en başta nükleer santrallerin ağır maliyetleri ve uzun inşa süreleriyle iklim krizine ihtiyaç duyulan acil çözümü sunmaktan uzak olduğuna ve iklim krizi şartlarında radyoaktif felaketlere zemin hazırlayarak felaketlere yol açtığına da dikkat çekilmiş bulunuyor.

Foto görsel: Toach

Türkiye’de Akkuyu Nükleer Santrali operasyona başlatılmamışken ve de Sinop  projesinin akıbeti dahi belli değilken bir de İğneada’nın telaffuz edilmesi öngörüsüzlüğün ve umursamazlığın ta kendisi! Fakat, ülkemizde on yıllardır erozyona uğrayan  demokrasinin kurumlarının artık çökmüş olması halihazırda tehlikeli olan nükleer santrallerle bağlantılı tüm sorunları daha da derinleştiriyor. Bu noktada Nükleersiz Asya temennisi, dünyanın nükleer santral ve silahlardan arındırılması için mücadelede ideal ölçekte bir hedef. Açıklı koyulu tonlardaki deneyimler ise, bu coğrafyanın kaderini dönüştürme potansiyelini elinde tutuyor.

*

(* ) Daisuke Sato,  Sinop’taki nükleer santral projesinden Japonya henüz çekilmemişken 2018 yılında Fukuşima’nın kadın tanığı Masumi Kowata‘yı getirmiş, benim de Türkiye ayağını organize ederek  Japoncadan çevirlerini üstlendiğim Sinop ve İstanbul’daki söyleşilerin mimarı olmuştur. Bu kapsamda Sinop’ta  Sinop Nükleer Karşıtı Platform (SNKP)’un ev sahipliğinde ve SNKP tarafından her yıl düzenlenen Çernobil Nükleer Karşıtı Mitingiyle eş zamanlı yapılması öngörülen panel, mitingin o yıl OHAL gerekçesiyle ilk kez yasaklanmasıyla beraber iptal edilmişse de, SNKP panel etkinliğini halkın meydan söyleşisine çevirerek Fukuşima’nın Kadın tanığının sesinin duyulmasını sağlamıştır. İlgili haber için tıklayın.







10 Kasım 2023 Cuma

The Discharge of Fukushima’s Radioactive Water could be a Precedent for Similar Action

 


Pinar Demircan




The author, Pınar Demircan (Ph.D. in sociology) is an independent researcher, Nukleersiz.org Coordinator and nuclear editor at Yesil Gazete. Her earlier articles on our website can be accessed here.

The Discharge of Fukushima’s Radioactive Water could be a Precedent for Similar Actions [1]

Underlying the disregard for objections from global civil society and transforming the ocean into a nuclear waste dump lies a bigger goal inspired by capitalist practices that arise from its crisis: to achieve another threshold by normalization of cost-cutting measures for the sake of the nuclear industry.

While the climate crisis is rapidly turning forests and habitats of living creatures into coal and ash with a tiny spark of fire in Turkiye, Greece, and Canada, the planet’s seas, already polluted with plastics and waste, are also being recklessly infused with radioactivity, driven by profit and cost-centered policies. On August 24, within the framework of the procedures carried out by the Japanese government and TEPCO, the discharge of 1.34 million tonnes of radioactive water which is accumulated in tanks at the plant site, started.

The installation of a treatment system costing 23 million USD, the discharge of wastewater without an Environmental Impact Assessment (EIA) is being realized by foregoing safer alternatives such as solidification of wastewater into construction materials or long-term storage costing 100 times more that constitutes ecocide. Clearly, this method of release that is expected to be carried out over the next 40 years, indicates a systemic assault on the global ecosystem that is longer and more severe than presently apparent.

The Japanese Government is not telling the truth about ‘purification’

The discharge process of the wastewater resulting from the complete meltdown of three reactor cores at the Fukushima nuclear facility began in 2011 and is at par with the danger level ascribed to the Chornobyl disaster. This also highlights how the Fukushima discharge differs from the regular discharge processes of nuclear power plants and indicates the extent of danger that nuclear power plants pose. Furthermore, the radioactive isotopes treated in the accumulated wastewater is only half of the whole amount according to what was stated on the website of the Japanese Ministry of the Environment.

A detail that has been overlooked till today is that there is no information regarding the amount of discharge during this 40-year time frame for the disposal of radioactive water into the ocean. This might indicate that the discharged amount may even be equivalent to the period of, for example, 100 years despite the declared duration of 40. In addition, since the present objections have been disregarded, it is worth considering the potential impact of future oppositions at the end of the 40 years.

A threshold to be achieved

Apparently, over the next decade, the radioactive water discharged from Fukushima is anticipated to disseminate into multiple seas worldwide, encompassing the Marmara, Mediterranean, Aegean, and Black Sea, which surrounds Turkiye. A recent scientific study [2] suggests that the evaporation in these seas will escalate industrial radioactivity levels in the ecosystem. Given this backdrop, it is important to ask why TEPCO, the Japanese government, and the IAEA continue to disregard the adverse impacts of the discharge, which also makes them responsible for the potential increases in cancer, DNA damage, increased miscarriages, hormone imbalances, and unhealthy future generations worldwide? Underlying the disregard for objections raised by global civil society, and transforming the ocean into a nuclear waste dump, lies a bigger goal inspired by capitalist practices that arise from its crisis: to achieve another threshold of the normalization of cost-cutting measures for the sake of nuclear industry.

How can we be sure of the exact amount to be released?

It is also possible to consider the above statement with the possibility of adding wastewater from the other nuclear power plants across Japan to the already 1 million 340 thousand tonnes of water accumulated over the past 12 years at Fukushima. While nuclear power plants operate under higher costs and have to cope with four times cheaper renewable energy production costs, the ocean dumping of the radioactive wastewater offers an easy solution for the nuclear industry. Crossing this threshold guarantees the capability to manage climate-induced hazards to nuclear facilities since now, societal consent has been obtained for this plan of action. Imagine how beneficial this course of action will be for the nuclear industry, with the IAEA promising its support for the industry – to the 410 reactors operating worldwide, approximately 50 reactors under construction, and 80 reactors [3] in various stages of maintenance, repair, decommissioning, and dismantling.

Take for example, Rosatom of Russia, the owner of the Akkuyu Nuclear Power Plant which reached its final stage of construction for the first reactor in Turkiye. It has a long history of concealing the Mayak nuclear power plant accident, well into the 1990s. Furthermore, from 1948 to 2004, Rosatom discharged nuclear waste into the Techa River, thus reinforcing its already questionable track record, and also points to how the legalization of nuclear discharge might be beneficial for the industry. It is also easy to predict the potential impact of this approach in the Mediterranean region by a nation with an underdeveloped democratic system and institutional dynamics dominated [4] by political power. This is especially important since an exemption made for the Akkuyu NPP in the article which allows for the discharge water from the facilities around the Mediterranean temperature of the plant and allows the sea temperature to reach up to 35 Celsius and poses serious ecological challenges indicating that Turkiye violates Barcelona Agreement.

The Role of the IAEA

The example of Fukushima’s radioactive water discharge presents us a picture of a political power that has adopted the corporate management mentality prioritizing profits and industry interests under the guise of efficiency and profitability. The International Atomic Energy Agency (IAEA) plays a vital role in ensuring that nuclear energy generation is conducted safely and within established guidelines. However, a leaked document [5] from the IAEA reveals that the agency, which declared its support for TEPCO and the Japanese government, advised them to refrain from making statements that could portray nuclear power plants negatively and disseminate information that influences the press and public opinion. As this scandal brings to light the deep connections between the IAEA, the Japanese government, and TEPCO, it is important to consider the role of the IAEA as a highly regarded global organization.

It is noteworthy to mention that the IAEA’s involvement in the nuclear industry stems from a confidential agreement WHA 12-40 [6] with the World Health Organization (WHO) in 1959, stating that “whenever either organization proposes to initiate a programme or activity on a subject in which the other organization has or may have a substantial interest, the first party shall consult the other with a view to adjusting the matter by mutual agreement”. Consequently, the IAEA, established to promote the growth of nuclear power plants worldwide, refrained from disclosing any potential health hazards posed by these plants.

Obviously, it would be misleading to rely on the IAEA’s statements suggesting that radioactive wastewater does not pose any risk to global health. This information strengthens the likelihood that the IAEA did not reveal valid and precise radiation data regarding the Chornobyl accident and Zaporizhia nuclear power plant during the ongoing Ukrainian war either.

It is important to inform the global society that the IAEA, which focuses mainly on promoting nuclear power, should not be involved in discussions related to public health in line with the principle of separating responsibilities to avoid conflict of interest. Therefore, it is recommended that civil society should inform the international community about the content of the recently disclosed IAEA document and demand an end to the discharge of radioactive water from Fukushima into the ocean. Accordingly, it should be ensured that all processes involved in disposing radioactive contamination in Fukushima are subject to internal and financial control measures performed by a minimum of two separate units.

At this stage, it is essential to take measures by clarifying the issues emphasized by the non-governmental organizations following the processes, and it should be ensured that realistic solutions can only be produced with the involvement of a consortium of neighbouring countries such as South Korea, China, Taiwan and the Pacific Islands. In this regard, the process management for the construction of the steel dome shelter, which was completed in 2016 with financing by 40 countries that came together in 1997 to protect the exploded fourth reactor of the Chornobyl Nuclear Power Plant from external weather conditions, can be taken as an example. [7]

Undoubtedly, the economic and administrative control mechanisms created for Chornobyl due to Ukraine’s lack of financial resources is not acceptable for the technology-giant Japan, which bears the costs of the disaster on its own. However, since global society has not entirely shown its commitment to changing the system, an in-system solution can prevent adding the radioactive disaster to the climate crisis before the transformation of life on the planet hits its constraints. In other words, claiming efficiency and profitability and institutionalization of the logic of ‘running the state like a business’, which has become the common discourse of political powers will at least help to achieve the rationality of emulated corporate management.

 

[1] This article is an extended version of the originally published article in the Yesil Gazette (Green Gazette) of Turkiye

[2] Nie, B., Yang, J., Yuan, Y., & Li, F. (2021). Additional radiation dose due to atmospheric dispersion of tritium evaporated from a hypothetical reservoir. Applied Radiation and Isotopes, 167, 109475

[3] See updated numbers https://www.worldnuclearreport.org/

[4] https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuat?MevzuatNo=7221&MevzuatTur=7&MevzuatTertip=5 , article 33,table 2

[5] https://nuclear-news.net/2023/07/07/2-b1-iaea-chief-rafael-grossi-says-hes-satisfied-with-japans-plans-to-release-fukushima-wastewater/

[6] https://independentwho.org/en/who-and-aiea-aggreement/

[7] https://www.bechtel.com/projects/chernobyl-shelter-and-confinement/

 

Fukuşima’nın radyoaktif suyunun deşarjı benzer girişimlere emsal olabilir

 Toplumsal itirazların yok sayılarak dünya denizlerinin nükleer atık havuzuna çevrilmesinin gerisinde kapitalist işleyişin çelişkili sürekliliğini kendi krizlerinin içinden güçlenerek çıkmasına borçlu olan uygulamalardan ilham alan daha büyük bir hedef yatıyor: Nükleer endüstrinin maliyetlerini düşüren girişimlerinin normalleştirilmesiyle yeni bir eşiğin daha aşılması!

    facebook sharing button
    twitter sharing button
    whatsapp sharing button
    linkedin sharing button
    messenger sharing button
    email sharing button
    snapchat sharing button

    İklim krizi en son Çanakkale’de, Şırnak’ta, komşu Yunanistan’da, ülkenin ve dünyanın dört bir yanında küçük bir kıvılcımla ormanları, canlıların yaşam alanlarını hızla kömüre, küle çevirirken plastik ve atıklarla kirletilmiş olan dünya denizlerinin kar ve maliyet merkezli politikalar nedeniyle bir de fütursuzca radyoaktiviteye bulanması söz konusu. Zira bilindiği gibi Japonya hükümeti ve TEPCO tarafından yürütülen işlemler çerçevesinde tesis sahasındaki su tanklarında biriktirilmiş olan 1,34 milyon ton radyoaktif suyun deşarjına başlandı.

    Atık suyun katılaştırılıp inşaat malzemesine dönüştürülmesi veya uzun vadede ilave depolama maliyetleri gerektiren 100 kat daha pahalı fakat daha güvenli seçenekler elenerek yalnızca 23 milyon dolarlık arıtma sisteminin kurulmasıyla Çevre Etki Değerlendirmesi(ÇED) dahi yapılmadan deşarj faaliyetinin hayata geçirilmesi ekokırım anlamına geliyor. Bununla birlikte 40 yıl süreceği belirtilen bu deşarj yöntemi birazdan nedenlerini okuyacağınız üzere küresel ekosistemin görünenden çok daha uzun ve yoğun bir şekilde  hücrelerine kadar sistemik bir saldırıyla karşı karşıya olduğunu ortaya koyuyor.

    Japonya ‘arıtma’ konusunda doğruyu söylemiyor

    Meselenin Çernobil nükleer felaketi ile aynı tehlike derecesindeki Fukuşima’da 2011 yılında deprem ve tsunami ile tetiklenen nükleer felaketin üç reaktör çekirdeğinin tam erimeye uğramasının sonucu olarak biriktirilen atık su olması, deşarj işleminin nükleer santrallerin olağan sayılan deşarj işlemlerinden farkını ve tehlikenin boyutlarını ortaya koymakta. Japonya Çevre Bakanlığı’nın internet sitesinde yayımlanan verilerle de itiraf edildiği üzere aslında biriktirilmiş atık su  içinde arıtma yapıldığı iddia edilen radyoaktif izotopların sayısı gerçek miktarın  yalnızca yarısı kadar! (1)

    Bu noktada gözden kaçan bir detay radyoaktif suyun denize boşaltılması için telaffuz edilen 40 yıllık sürenin dışında deşarj miktarına dair bir bilginin paylaşılmamış olması. Zira bu durum belirtilmiş olan süre zarfında örneğin 100 yıllık deşarjın yapılma ihtimalinin de saklı olduğunu akla getiriyor. Ayrıca daha bugünkü itirazlar yok sayılırken 40 yıl süren bir deşarjın ardından deşarj  döneminin uzatılmasına karşı hangi itiraz ne kadar dikkate alınabilir?

    Açıkçası Fukuşima’da deşarjına başlanmış olan radyoaktif suyun 10 yıl içinde Marmara, Akdeniz, Ege, Karadeniz dahil  dünya denizlerine karışmış olacağı gerçeğinin yanı sıra denizlerdeki buharlaşmanın da ekosistemdeki endüstriyel radyoaktiviteyi artırması söz konusu. Peki dünya genelinde kanser hastalıklarının, DNA bozulmaların, düşük vakalarındaki artışın, sağlıklı nesiller yetiştirmenin zorlaşması anlamına gelirken bu siyasi kararın  müsebbibi olan TEPCO, Japon hükümeti ve IAEA açısından fazlasıyla kötücül imaj oluşmuyor mu?

    Hedef, ‘normalleştirmeyle’ aşılacak yeni eşik!

    Anlaşılan o ki toplumsal itirazların yok sayılarak dünya denizlerinin nükleer atık havuzuna çevrilmesinin gerisinde kapitalist işleyişin çelişkili sürekliliğini kendi krizlerinin içinden güçlenerek çıkmasına borçlu olan uygulamalardan ilham alan daha büyük bir hedef yatıyor: Nükleer endüstrinin maliyetlerini düşürmesini sağlayan girişimlerinin normalleştirilmesiyle yeni bir eşiğin daha aşılması!

    Yukarıda öne sürdüğüm iddiayı 10-12 yılda biriktirilmiş olan 1 milyon 340 bin ton suya Japonya genelinde diğer nükleer santrallerin atık sularının da eklenmesi ihtimaliyle düşünmek de mümkün. Zira iklim krizi şartlarında nükleer santrallerin maliyetli süreçleri bu endüstrinin ataletini artırırken IAEA bu yolla dünya genelinde operasyon halindeki 410 reaktörle inşası devam eden 50 reaktörün yanı sıra bakım onarım, operasyondan çıkarılmış söküm sürecindeki 80 kadar reaktörün  atık suyunun boşaltımını kolaylaştırarak endüstriyi cesaretlendirebilir.

    Bu durum özellikle ülkemizde inşasında sona yaklaşılan Akkuyu Nükleer Santrali’nin sahibi Rusya’nın 1957 yılındaki Mayak nükleer santral kazasını ’90’lara kadar sakladığı  ve nükleer atıklarını Techa nehrine 1948 yılından 2004 yılına kadar boşaltmış olduğu gerçeğiyle düşünüldüğünde Rosatom‘un kirli sicili nükleer deşarjın  legalleşmesinden yararlanma ihtimalinin yüksek olduğuna işaret ediyor. Kaldı ki bu zihniyetin kendi toprağı da olmayan demokrasisi gelişmemiş bir ülkede ve 35 dereceyi aşmaması gereken deşarj suyu sıcaklığını sınırlayan maddeden Akkuyu’yu muaf tutan siyasal iktidarın hakim olduğu  karar süreçlerinde Akdeniz’de neler yapabileceğini öngörmek  zor değil!

    IAEA’nın icra ettiği rol

    Özetle devletlerin şirket gibi yönetilmesini benimsemiş olan siyasal iktidarların “verimlilik” karlılık iddialarıyla kimin karını ve menfaatini kolladığı Fukuşima örneğiyle bir kaz daha karşımızda. Ancak bu işleyişe eşlik eden küresel üst kurum olarak IAEA’nın  kamuoyunu teskin edici söylemlerinin etkisini es geçmemeli. Ne var ki o söylemler IAEA’nın icra ettiği rolün bir parçası. Nitekim  IAEA içinden dışarıya sızan bir belge TEPCO ve Japon Hükümetine desteğini açıklayan ajansın nükleer santrallerle ilgili olumsuz imaj yaratan açıklamalardan kaçınılmasını, basını ve kamuoyunu manipüle eden bilgilerin yaygınlaştırılmasını telkin ettiğini gösterirken bu kurumların aralarındaki kirli ilişkiyi deşifre ediyor.

     

    Bununla birlikte IAEA’nın nükleer endüstri  içindeki koordinatlarının 1959 yılında Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ile yaptığı bir anlaşmaya dayandığı atlanmamalı. Zira nükleerin çeşitli ölçeklerde toplum sağlığına etkisine dair en üst yetkili birim nosyonunu yüklenmesini sağlayan bu gizli anlaşma, kurulma nedeni nükleer santrallerin dünya genelinde yaygınlaşması olan bu üst kurumun küresel toplumun maruz kaldığı sağlık risklerini örtbas ettiğini açıklıyor. Özellikle Fukuşima sürecinde IAEA içinden ifşa edilen yukarıdaki belgenin skandal boyutu dikkate alınırsa IAEA’nın radyoaktif atık suyun  küresel sağlık riski bulunmadığı konusundaki taahhütlerine güvenilmesi yanıltıcı olur ki, bu durum IAEA’nın Ukrayna’daki savaşta Çernobil ve Zaporijya nükleer tesislerinden yayılan radyasyon verilerine dair  gerçekçi ve doğru bilgi paylaşmadığı ihtimalini de pekiştiriyor.

    Sonuç olarak küresel toplum açısından yapılması gereken IAEA’dan sızdırılan bu belgenin skandal niteliğine dikkat çekilerek Fukuşima’dan okyanusa radyoaktif suyun deşarjının durdurulması ve nükleer santrallerin pazarlamasını önceleyen kurum olan IAEA’nin toplum sağlığını ilgilendiren karar süreçlerinin dışında kalmasını talep etmesidir.  Bununla birlikte  Fukuşima’daki radyoaktif kirliliğin bertarafında tüm proseslerin iç kontrol ve mali kontrol süreçlerinin en azından farklı iki birim tarafından ifa edilmesi sağlanacak şekilde görevler ayrılığı ilkesinin uygulanması talep edilmelidir.

    Bu noktada süreçleri takip eden sivil toplum örgütlerinin üzerinde durduğu konuların aydınlığa kavuşturularak önlemlerin alınması önemli olduğu gibi nükleer santrallerdeki faaliyetlerin süreçlerden  birinci  derecede etkilenen çevre ülkelerce oluşturulacak bir konsorsiyumun dahliyle gerçekçi çözümlerin üretilmesi sağlanmalıdır. Bu konuda nükleer endüstri sathında Çernobil Nükleer Santrali’nin patlamış olan dördüncü reaktörünün dış hava koşullarından korunması için 1997 yılında 40 ülkenin bir araya gelerek finansmanını sağlamasıyla 2016 yılında tamamlanan çelik kubbenin inşası başarılı bir örnek alınabilir.

    Kuşkusuz Çernobil için Ukrayna’nın maddi kaynak yetersizliğine bağlı olarak oluşturulan ekonomik ve idari kontrol mekanizmasının felaketin maliyetlerini tek başına üstlenen teknoloji devi Japonya açısından benimsenmesi zordur. Yine de istemi değiştirme yönünde henüz iradesini tam olarak ortaya koyamayan küresel toplum gezegendeki yaşamın tamamen dönüştürülmesinin sınırlarına gelinirken ancak bulabileceği sistem içi çözümle iklim krizine eklemlenen radyoaktif kâbusun önüne geçebilir. Yani siyasal iktidarların verimlilik ve karlılık iddiasıyla diline pelesenk olan “devleti şirket gibi yönetme” mantığının kurumsallık zeminine oturtulmasıyla, öykünülen şirket yönetiminin rasyonalitesine erişmek mümkün olabilir.

    *

    (1)Deşarja ilişkin detaylar için Yeşil Gazete’nin haberine bakabilirsiniz.

     

    [COP 28] Nükleer enerjinin COP kararına girmesinin arka planı

      Küresel ısınmanın önlenmesi için ilki 1995 yılında gerçekleştirilen  COP  toplantılarının 28’incisine fosil yakıtlardan çıkışa dair somut ...