15 Mart 2021 Pazartesi

10 Mart’ın sonu 11 Mart Fukuşima*: Fukuşima 10 yaşında

 Birazdan okuyacağınız Fukuşima nükleer felaketinin 10. yılı değerlendirmesinde bugüne dek yaşananlar toplumun kalbine “enerji” formunda sokulan tehlikenin boyutlarını ortaya koyduğu gibi Akkuyu NGS töreni de siyasilerin toplumlarına bigane kalışının sembolü sayılabilir. 




Bu yaratıcı slogan* 10 Mart günü Türkiye’nin ilk nükleer santrali olmaya aday Akkuyu Nükleer Güç Santrali‘nin (NGS) 3. reaktörünün temelinin Türkiye ve Rusya devlet başkanlarının uzaktan erişimle gerçekleştirdikleri törene karşılık Mersin Nükleer Karşıtı Platform (NKP) tarafından bir yanıt olarak geliştirildi. Nükleer felaketle nükleer santral açılışı arasındaki zıtlığı net bir şekilde ortaya koyduğu için de Fukuşima nükleer felaketinin ilk on yılını değerlendirmeyi amaçlayan bu yazının başlığında kendine yer buldu. Zira, birazdan okuyacağınız 

Fukuşima nükleer felaketinin 10. yılı değerlendirmesinde bugüne dek yaşananlar toplumun kalbine “enerji” formunda sokulan tehlikenin boyutlarını ortaya koyduğu gibi Akkuyu NGS töreni de siyasilerin toplumlarına ne denli bigane kalışının sembolü sayılabilir.

Savaş teknolojisinden devşirme olarak 1970’lardan itibaren kurulumu hız kazanan nükleer enerji, özünden hiç kopmamış olmakla birlikte yıkıcı formunu “güç” adı altında muhafaza ederken, bugünkü neoliberal kapitalist sistemde de ekonomik ve siyasi pazarlıkların nesnesi haline geldi. Nitekim Akkuyu NGS ile Türkiye’den toprak kopararak bir taraftan sıcak denizlere ulaşma idealini gerçekleştiren Rusya’nın benzer bir projeyle Mısır’da da bir nükleer santral projesi yürütmek suretiyle Akdeniz‘i kontrol altına alma hesabı daha net görülebilir.

Nükleer enerjide kamu yararı yoktur

Nükleer santrallerin iddia edilenin aksine tehlikeli, riskli ve pahalı olduğunu her yıl yayımlanan Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu da 2020’de güneş enerjisi üretim maliyetlerindeki %89’luk, rüzgar enerjisi üretim maliyetlerindeki %70’lik düşüşe karşılık,  nükleer enerji maliyetlerindeki %26’lık artışla işaret ediyor. Bununla birlikte çözümlenememiş atık sorunu, aşırı maliyetli süreçlerinin yanı sıra tüm yakıt çevrimi içinde değerlendirildiğinde (uranyum madenciliği-yakıt üretimi-yakıt sevkiyatı-tesis inşaatı-atık süreci ) güneş enerjisine göre 6, rüzgar enerjisine göre de 3 kat daha yüksek karbon salımına yol açtığı da bilimsel olarak ispatlanmıştır. [1] Nitekim Fukuşima nükleer felaketinin etkilerini yaşanırken sivil toplumun başlattığı E-shif (Enerji Dönüşümü) girişimiyle 2040’a kadar eyalet genelinde enerji ihtiyacının %100 yenilenebilir enerji olarak tanımlanan rüzgar ve güneş enerji kaynaklarından sağlaması planlanıyor. [2]

Öte yandan 1 günde 6 milyon nüfuslu bir kentin su ihtiyacını soğutma suyu olarak kullanmasıyla özellikle iklim krizi şartlarında su kıtlığı yaşanacak zamanlar açısından da önemli bir sorundur. Yine kaynağından aldığı soğutma suyunu 5-10 derece farkla geri vermesiyle su kaynağında oluşturduğu 2 derecelik farkın, ayrıca klor kullanımının denizdeki biyolojik çeşitliliği tahribata uğrattığı da bilinmektedir. Kaldı ki esas dert edinilmesi gereken nokta karbon salımından önce insan ve çevre sağlığı açısından radyoaktivitedir. Normal şartlarda 5 kilometre yarıçaplı alanda çevresine radyasyon yayan ve çocukluk çağı tiroit kanserinin tek nedeni olan endüstriyel radyoaktivite, tüm canlı yaşamını tehdit etmektedir. Patlamalarla açığa çıkan radyasyon nedeniyle  çocuklarda görülen tiroit kanseri 10 yıl içinde en az 500 kat artmıştır. Nükleer Silah ve Savaşlara Karşı hekimler (IPPNW) tarafından açıklandığı üzere nükleer felaket öncesinde milyonda 1-2 çocukta görülürken göre felaketin başladığı tarihten bugüne tiroit kanseri teşhisi ve şüphesi bulunan çocuk sayısı 380 bin çocuk için yapılan testlerde 203’e çıkmıştır.

Balıkçılık tehlike altında!

Gerek resmi tahliyelerle gerekse kendi isteğiyle Fukuşima’daki evlerini terk eden 200 bin kişiden 36 bini hala başka şehirlerde yaşamına devam ederken nüfusun azalması kaçınılmaz bir sonuç olmuştur. Radyoaktivitenin denize, havaya, suya karışmasıyla ekosistemi zehirlenen coğrafyada artık tarım ve hayvancılık sağlıklı ve güven duyulan bir şekilde yapılamadığı gibi radyoaktif kirli olduğu endişesiyle balıkçılık da kan kaybetmiştir. Örneğin  Fukuşima  eyaletinde 50 balıkçı kooperatifi kapanmış ve nükleer felaket sonrasında balıkçılık bölgede %85 düşmüştür. Ara sıra yüksek radyoaktivite tespit edilen balıklar olduğu gibi güven kaybı yaşanmasına bağlı olarak satılan balık çeşidi  3 ‘e inmiştir. Bunlara ek olarak Fukuşima’daki balıkçılığın karşısında şimdi bir de nükleer santral sahasında biriktirilen 1,37 Milyon ton suyun okyanusa boşaltılması riski belirmiştir.  Bu ihtimal Fukuşima Eyaleti Tarım Kooperatifleri ve Ormancılar Birliği’nin Fukuşima’daki 43 yerel yönetimin de desteğini almasıyla radyoaktif suyun depolanması yönünde hükümet üzerinde baskı kurmak için tüm dünyaya hitap eden bir kampanyanın da fitilini ateşlemiştir.

Biriktirilen radyoaktif su, meydana gelebilecek yeni depremler sırasında bile risk teşkil ediyor. Hatta reaktörleri hala soğutmak için kullanılan suyun biriktirilmesi esnasında dahi kaçaklar oluşabiliyor.  Nitekim en son meydana gelen 7,3 büyüklüğündeki depremde 1. reaktör için hala kullanılan radyoaktif hale gelmiş olan soğutma suyunun tanklarda biriktirilme aşamasından önceki proseste 70 santim , 3. reaktörün biriktirilen su seviyesinde 30 santimetrelik bir azalma tespit edildiği için eksilen miktarın denize sızdığı düşünülüyor.

2011 yılında nükleer felaketin başlamasından sonra 2040 yılına kadar öngörülen dekontaminasyon ve söküm maliyeti olan 700 Milyar doların yarısına ilk 10 yılda ulaşıldığı üzere kamunun üzerine yüklenen borç yükünün yüksekliği dikkatlerden kaçmayacaktır. Şimdi gelin nükleer enerjinin maliyeti avantajı bulunsa dahi neden kabul edilmemesi gerektiğine Fukuşima’da yaşananlar bağlamında derinlemesine bakalım:

Reaktörün soğutma suyu sistemi bozulursa!

11 Mart günü meydana gelen deprem 6 reaktörü bulunan Fukuşima Nükleer Santrali’nin üçünde yakıt çubuklarının tam erimesine uzanan süreci başlattı. Deprem anında reaktörler otomatik olarak devreden çıksa da soğutulmasına devam edilmesi gereken nükleer reaktörler elektrikli jeneratörlerle soğutma sistemini devrede tutabiliyordu. Ancak 1 saat sonra meydana gelen tsunami elektrikli jenaratörleri alabora etti. Fukuşima’da yaşanan bu olay, deprem ülkesi tüm ülkelerin yüksek büyüklükte depremler karşısında büyük risk altında olduğunu bize gösteriyor. Bununla birlikte 12 Mart ve 14 Mart günü meydana gelen patlamalar soğutma suyu sistemi bozulan diğer bir deyişle su kaynağı sağlanamadığı için soğutulmasına devam edilemeyen reaktörlerin başına gelebilecek bir duruma işaret ediyor.

Nedeni ispatlanamayan ölümler

Fukuşima nükleer felaketi doğal afetlerin nükleer santrallerde hayatın akışını nasıl tersine çevirebileceğini gösterirken normal şartlarda dahi resmi kabul göremeyen, inkar edilen radyoaktif mağduriyet kaynaklı ölüm ve hastalıkların ispatlanmasını daha da zorlaştırıyor. Nitekim üçlü felaketin kurbanlarının daha çok “deprem ve tsunamide ölenler” şeklinde telaffuz edilirken nükleer kaza bağlantılı ölümler ayrıca tespit edilmedi. Genel olarak 18 bin kişinin yaşamını yitirdiği açıklanan felakette 44 kişinin nükleer felaket meydana geldiği için öldüğü, radyoaktif mağduriyet nedeniyle 240 kişinin intihar ettiği ve izleyen on yıl içinde ömrünü radyasyon kaynaklı hastalıklarla geçirdiği ya da yaşamını yitirdiği ve yitireceği dikkate alınmadı. İlk resmi ölüm,  felaketin başlamasından 7 yıl sonra acil durum müdahale sürecinde yüksek radyasyona maruz kalmış olan 50 yaşlarında santral işçisinin yaşamını yitirmesiyle haber oldu.

Ekosisteme yayılan radyoaktivite

Fukuşima Nükleer Santrali’nin 14 Mart günü patlayan reaktöründe MOX (Mixed Oxide) yakıtının kullanılıyor olması ekosisteme yarılanma ömrü 24 bin yıl olan plutonyum radyoaktif izotoplarının  yayılmasına da neden oldu.  Kullanılmış yakıt çubuklarından elde edilen plutonyumun uranyumla karıştırılmasından üretilen MOX yakıtı, nükleer atıkların miktarını azaltmak ve 31 ülkenin mevcut nükleer santrallerine ancak 50 yıl yakıt tedariki sağlayacak uranyum rezervinin kalmasına bağlı olarak yakıtın daha uzun süreler kullanılmasını sağlama amacı taşır. Akkuyu NGS’ye yakıt tedariki de yapacak olan Rosatom geçen ay 25 Şubat’ta Beloyarsk Nükleer Güç Santrali‘nde ilk kez MOX yakıtını kullanmaya başladı. Bu gelişme doğal olarak Akkuyu NGS’de de çok daha tehlikeli olan MOX yakıtının kullanacağı şeklinde okunabilir.

Plutonyum , sezyum ya da başka bir radyoaktif element olsun atmosfere yayılmış olan radyoaktif kirlilik, mütemadiyen hareketlidir. Örneğin yarılanma ömrü 28 yıl olan stronsiyum 280 yıl kanser yapma etkisini haiz bir şekilde hava olaylarıyla hareket halindedir ve tespiti ancak özel ölçüm aletleriyle yapılabilir.

20 kat yukarı çekilen sınır dozlarına rağmen yok sayılan radyasyonun sınır dozları, Fukuşima nükleer felaketi başladıktan sonra dünya genelinde 1 milisievertten 20 kat yukarı çekildi. Bu, açıkça bölgede radyasyon vardır demenin bir yönüyken radyasyon yokmuş gibi nükleer felaket sonrası tazminatlar kesilerek evlerine dönmek zorunda bırakılan insanlara “gel sen radyasyonlu bölgede yaşa ” denilmiş oldu. 10 yılın ardından önceki seviyelere çekilmeyen sınır dozları açısından hükümetin yaklaşımı ise ibretlik. Radyasyona maruziyetin satte 0,23 mikro sieverte çekilmesiyle günde yalnızca 8 saat radyasyon yoğun bölgede kalınması salık verilirken bu yeni sınırın 8 saate göre ayarlandığı yönünde her hangi bir bilgi verilmiş değil. Daha açık ifade etmem gerekirse yıllık 20 milisievert olduğu kabul gören bölgedeki insanlar evlerine dönmüşlerse on yıl sonra 200 mili sievert radyasyon almış olabilirler . Zira radyasyonun hesabı kümülatif olarak yapılır, örneğin radyoaktif ortamda çalıştıkları için nükleer santralde çalışan işçiler için sınır dozları 5 yıl için 100 mili sieverttir. Lakin her hangi bir koruyucu ekipman vs kullanmayan ve ömürlük evlerine dönen örneğin 20 yılda 400 mili sievert doza ulaşma ihtimali olan yurttaşlar, esasen daha vahim bir durumdadır. 500 mili sievertlik bir maruziyet ölüm demektir.

Dekontaminasyon işlerinde çalıştırılan işçilerin sayısı 13 milyona ulaştı!

İşsizliğin sorun olarak görüldüğü ülkelerde nükleer felaketlerin istihdam kapısı olacağı düşünülmesin. Çünkü bu şekilde para kazanmak biraz da insanın sağlığını arka plana alması anlamına geliyor. Zira işçilerin çalışması için belirlenen sınır dozları aşıldığında işyerini bırakmak zorunda. 5 yıl için belirlenen sınır dozları yoğun dönemde 100 milisievert standardından 250 mili sieverte çıkartılmış, son iki senedir eski düzeyine çekilmişti. Sayının yüksekliği bu sınır dozlarına ulaşan işçilerin ayrıldığı bağlamında da düşünülebilir elbette. Ne var ki işçiler sağlık taramalarına işlerinin bir parçası olarak alınmadığı için çalışmalarının sonucunda ne kadar radyasyona maruz kaldıklarını da bilmiyorlar. Muayeneye katılmak isterlerse onları bir de yol masrafı gibi ek ödemeler bekliyor. Bir kısım işçilerin görüşü  ise sağlık taramalarının tedavi amaçlı değil, bilgi toplamak amacıyla yapıldığı.

Sivil toplumun kurduğu radyasyon ölçüm merkezleri

Radyasyon ölçümü yapmak bilimsel ve teknik yollardan araştırma yapmayı gerektirir. Devletin radyasyon ölçümlerini güvenilir bulmadığı için Japonya’daki sivil toplum örgütleri kendi girişimleriyle radyasyon ölçüm aletleri temin etmiştir. Özellikle Çernobil nükleer felaketinden sonra radyasyonun etkilerine maruz kalan ve kendi ölçüm metotlarını geliştiren Almanya‘daki sivil toplum örgütlerinin tecrübe ve birikimlerinden yararlanmak, başvurulan yollardan biri olmuştur. Yurttaşlar için ise önceki yazılarımızda tanıtmış olduğumuz bu ölçüm istasyonlarına başvurmak da tıpkı maskenin bugün yeni bir gider kalemi olarak ev ekonomisine girdiği gibi her hangi bir gıda satın aldıktan sonra başvurulan ek bir ücretli proses haline gelmiştir.

Bir maske gibi günlük hayata eklemlenen ölçümler

Korona sürecinde hayatımızda kilit rol oynayan bir maske gibi ölçüm cihazları da radyoaktif felaket halinde toplumsal bir yaşamın kaçınılmaz şekilde parçası olabilir ki bunun maliyetini de birlikte düşünmek gerekir. Radyoaktif kirliliğe uğramış gıdanın ölçümü ölçüm istasyonlarında yapılsa da iyonize radyasyonun bir de dış mekan ölçümleri söz konusudur. Bu bağlamda ekosistemde açığa çıkan radyasyonun ölçümü 3 seviyede yapılıyor: Zeminde, zeminin 10 santim üstünde ve 1 metre üstünde. Yapılan ölçümlere göre zeminde saatte 2,2 mikro sievert radyoaktivite olan yerin 10 santimetre üstündeki miktar 2,6 mikro sievert ve 1 metrede ise 1 mikro sievert ölçülebiliyor. Misal Sunco Çevre ve Araştırma Merkezi‘nin tarifesi şöyle: Sınıflandırma sezyum 137 ve sezyum 134 ölçümü yapılacak olan maddenin hava-katı ya da sıvı olarak sınıflandırılmasıyla başlıyor. Sıvı maddeler: Nehir suyu, yer altı suyu, içme suyu, havuz suyu ; katı olanlar ise toprak, ahşap, kömür, yakma külü…Gerek havada gerekse yaşam alanlarında bu tasnife göre yapılan ölçümler ise 1 metre, 50cm ve 10 cm şeklinde 3 kademeyi de gözetiyor.

Buna göre de fiyatlar şöyle (1 Dolar = 7TL’ye göre)
10 bekerel/litre 8bin yen(560TL) –
2 bekerel /litre 10Bin Yen (700TL) musluk suyu için
1 bekerel /litre  12bin Yen (840TL) içme suyu için
0,2 bekerel/litre 38bin Yen (2666TL)

Araştırma amaçlı ölçüm fiyatı

Benzer şekilde katı maddeler için de ayrı skalalar bulunuyor.

Radyoaktif katı atıklar ve ‘yeniden kullanım’ kabusu

 

Friends of Earth Japan‘ın (FOE) Fukuşima raporu’nda açıklandığı üzere Fukuşima santral bölgesinde yürütülen dekontaminasyon çalışmaları çerçevesinde 14 milyon ton toprak toplandı. 8 bin bekerel/kilogram altındaki kısmın demiryollarında, park ve bahçelerin rehabilitasyonunda, ormanlarda, afet alanlarında “yeniden kullanımı” planlanıyor. Bu amaçla toprak rehabilitasyonu için de 12 milyar avro harcandı. Bunların içinde çok yoğun kirli olan miktar 7 milyon ton toprak olarak açıklandı ve toprak rehabilitasyon maliyeti de 11 Milyar Dolar olarak belirlendi.

Radyoaktif toprağın gömülmesi için 200 metre boyunca 50 santimetrelik çukur açarak 500 adet siyah plastik torbalar içindeki radyoaktif toprağı gömmek için de 803 milyon dolara tekabül eden bir maliyet söz konusu. Tüm bu işlemler 2015 yılından bugüne Çevre Bakanlığı tarafından kurulan “Stratejik Çalışma Grubu” tarafından Hacim Azaltma ve Orta Seviyeli Depolamadan Toprak Geri Kazanımı Pojesi adı altında yürütülüyor!

Fukuşima nükleer felaketinin ilk 10 yılına dair sunduğum bu kesitler bizim Çernobil belleğimizdekilerin modern bir versiyonu. Özünde siyasi iktidarların risklere ilişkin ilgisizliği olmakla birlikte felaketin daha kapitalist ve yüksek refah seviyesine sahip bir ülkede yaşanması radyoaktif kirliliğe maruz bırakılanların kendi özkaynaklarına sahip olarak bulduğu çözümleri bize gösterilmesi açısından değerli. Bu açıdan Mersin Nükleer Karşıtı Platform’un (NKP) “10 Martın sonu 11 Mart’tır vurgusu çok yerinde. Çünkü yarın Akkuyu’da Sinop’ta nükleer santral projesi gerçekleşirse ekonomik krizden hiç bir zaman gözünü açamayan ve hep daha kötüye giden sen, bugün bu gidişatı önlemek için Mersin NKP’nin yanında durmazsan felaketi yaşarken  ne yapacaksın Türkiye?

*

[1] Sovacool, B.Kç Valuing the greenhouse gas emissions from nuclear power: A critical survey, Energy Policy,Volume 36, Issue 8, 2008
[2] Demircan, P. Teknoloji ve toplumsal değişim ilişkisinde çevresel felaket ve risklerin belirleyiciliği, Fukuşima Nükleer Felaketi örneği (119-131) Türkiye’de STS: Bilim ve Teknoloji Çalışmalarına Giriş, 2020


Bu yazı Sivil Sayfalar ve Yeşil Gazete'de yayımlanmıştır

Sivil toplum Espoo Sözleşmesi’nin neresinde -2

 Espoo Sözleşmesi'nin örtük ihtimallerini bu defa Sinop Nükleer Santral Projesi için değerlendirelim.


    facebook sharing button
    whatsapp sharing button
    twitter sharing button
    linkedin sharing button
    email sharing button
    print sharing button

    Mevcut yasalar uyarlanmış, hukuk tarafsızlığını ve bağımsızlığını kaybetmişse mücadelenin bu ayağını sınır ötesine doğru uzatmak bir seçenek olmanın ötesinde midir? Geçen hafta Akkuyu Nükleer Santrali‘yle ele aldığımız Espoo Sözleşmesi‘nin örtük ihtimallerini bu defa Sinop Nükleer Santral Projesi için değerlendirelim.

    Türkiye’de biri bitmeden ikincisinin kurulması için Sinop’un işaret edildiği nükleer santral projesine dünyanın ikinci büyük nükleer felaketinden iki yıl sonra karar verildi. Fukuşima’dan yükselen radyoaktif etkilere dair kabuslar dünya kamuoyu tarafından da görülmeye başlamışken Japonya ile hükümetlerarası anlaşma 2013 yılında imzalandı. “Hatalarımızdan ders alıyoruz!” mottosuyla ülke içinde yaşanan korku ve paniğin sevk ettiği nükleer santralleri tekrar çalıştıramama ihtimaliyle dünya nükleer endüstrisinin imajını kurtarmak adına en “akılcı” yol, şirketleşen dünyanın pazarlama mantığına uygun olacaktı. Kullanamadığını parlatarak satmak gibi bir stratejiyle bu sermaye yoğun riskli teknoloji ve binlerce insan kaynağına yönelik yeni müşteri küresel piyasada nasılsa bulunabilirdi…

    Eskiyen yurt dışına

    Bu düşünceler Türkiye ve Japonya [1] arasında nükleer anlaşmanın imzalanmasının ardından Fukuşima nükleer felaketinin neden ve sonuçlarının küresel manada anlaşılması için parçası olduğum Fukuşima’ya düzenlenen bir eğitim gezisi kapsamında beni Oneda Nükleer Santrali’nin yetkilisine şu soruyu sormaya sevk edecekti: “Japonya’da 53 reaktör var ve bunların bazıları ömrü dolduğu için kapatıldı, bazıları ise geçici olarak devreden çıkarıldı, binlerce personelin ve teknolojinin maliyetini nasıl tolere edeceksiniz?

    Bir “yabancı” olarak dolambaçlısını beklediğim yanıtın dik açılı saflığı, düzlüğü ve netliği beni şaşırtmıştı: “Onları yurt dışı projelerimizde değerlendireceğiz…”

    Fukuşima Nükleer Santrali’nden bir görüntü

    Bu uzun girişi küresel sermayenin tıkanan damarlarını açma taktiğine nükleer güç bağlamında bir örnek olarak düşünelim. Zira Türkiye’de gerek Japonya’nın gerekse küresel nükleer endüstrinin taleplerine cevaz veren bir hükümet on sekiz yıldır icraatlarını sürdürmekte. Bu gibi planların gerçeğe dönüşmesi için izlenen yolda ise demokratik kitle örgütlerinin ve halkın itirazlarının engellenmesine ek olarak geriye düşülen hak ve özgürlüklerde en son “Kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi kanunu” üzerinden mesnetsiz suçların atfedilmesi, kayyım atanmasına kadar vardı.

    Küresel sermayeyi kendi yöntemiyle yenmek

    Tıkandığı noktada uluslararası çözümler üretebilen nükleer endüstrinin karşısında mağduriyete uğrayacak olan halkların sınırların ötesine taşarak dayanışma sağlaması açısından 1970’lerde Avrupa ve ABD halklarını bir araya getiren nükleer testlerin durdurulmasını sağlayan hareketler hatırlanabilir. Bununla birlikte 1997’de yürürlüğe girerek Sınır aşan Çevresel Etki Değerlendirmesi Sözleşmesi (Espoo) ortak bir coğrafyada bulunan herkesin çevresel bilgiye ulaşmasını ve kararlara katılmasına olanak tanımasıyla yasalar kapsamındaki önemli bir seçenek olarak değerlendirilebilir. Zira Karadeniz çevresindeki ülkelerden Rusya, Romanya, Ukrayna, Gürcistan ve Bulgaristan’da yaşam, görece kapalı bir deniz olan Karadeniz’in kıyısındaki Sinop‘a kurulacak bir nükleer santral nedeniyle etkilenecek.

    Avrupa Komisyonu: Türkiye Espoo’yu imzalamalı

    Karadeniz’in kıyısına kurulmak istenen Sinop NGS’nin bu denizi Avrupa ülkeleriyle paylaşıyor olmasından hareketle Fizikçi Prof. Dr Hayrettin Kılıç da sivil toplumun sorumluluk duyan bir ferdi olarak Türkiye’nin Espoo Anlaşması’nı imzalaması için Avrupa Komisyonuna ve Bükreş Konvansiyonu Sekreteryası‘na ithafen bir mektup kaleme aldı.

    Mektubunda Sinop NGS’nin kaza gibi bir felaket olmasa dahi salt kurulmasıyla Karadeniz ekosistemine nasıl olumsuz etkilerde bulunacağını açıklayan Kılıç, Türkiye’nin Sinop NGS projesiyle 1982’de taraf olduğu Sofya Protokolü ile 1986’da taraf olduğu Bükreş Konvansiyonunu açıkça ihlal ettiğini de hatırlatıyor. Mektupta Sinop NGS’nin özellikle tüm deniz organizmalarını içeren kıyı yüzey suyunu emerek sadece ısı ile değil, aynı zamanda ayrıca soğutma suyu sistemine enjekte edilen kimyasallarla da zehirleyerek 10 yıl içinde Karadeniz’de yerel deniz yaşamının yok olmasına yol açacağını açıklandığı gibi ÇED raporunda toksik kimyasalların buharlaşma oranlarıyla bölge nüfusu üzerinde oluşabilecek sağlık risklerine dair herhangi bir bilgilendirmenin de belirtilmemiş olduğuna vurgu yapılıyor.

    Bu çerçevede projenin her açıdan Karadeniz’in güvenliğini tehdit ettiği gibi olağan ÇED sürecinin de demokratik olmayan, şeffaflıktan uzak bir şekilde ve yurttaşların katılımının engellenmesiyle gerçekleştirildiği belirtilerek Espoo Anlaşması uyarınca uluslararası prosedürün Sinop-ÇED prosedürüyle birlikte yürütülmesi gerektiğine de işaret ediliyor.

    6 Şubat 2018- Sinop NGS için halkın katılamadığı Halkın Katılımı Toplantısı.

    Türkiye Hükümeti’nin Espoo Sözleşmesi’ni imzalamaktan imtina etmesinin nedenini nükleer santralin lisans sahipleri / işletmecilerinin Karadeniz’in güney kıyılarında sadece 200-300 metre sınırlı deniz yaşamının sonunun başlangıcı olacak bir kazanın meydana gelmesi halinde zararın tazmin yükümlülüğüyle karşılaşılmasını önleme amacı taşıdığına da vurgu yapılan mektupta, Karadeniz Bükreş Anlaşması imzacılarının ilgisi talep ediliyor. Zira Türkiye Sinop NGS Projesi ile aslında Karadeniz ‘in çevresini ve doğal ortamını korumak üzere Karadeniz çevresindeki ülkeleri (Rusya, Romanya, Ukrayna, Gürcistan ve Bulgaristan) de bilgilendirmeyerek imzalamış olduğu Bükreş Anlaşmasını ihlal etmekte [2].

    Avrupa Komisyonu Çevre Komisyonu Başkanı Davor Percan tarafından değerlendirilen bu tespitler “Türkiye’de çevre ve insan sağlığı üzerinde olumsuz sonuçlar doğurabilecek nükleer projelerle ilgilenildiği” şeklinde karşılık buluyor. Nitekim Percan’ın yanıt mektubunda ülkelerin kendi topraklarında nükleer santral kurma kararlarına yönelik herhangi bir müdahale veya yaptırım olmasa da hala ‘AB üyeliği bekleyen bir Türkiye’den bahsediliyor ve Avrupa ile çevre, deniz, karasal çevre ve nükleer güvenlik dahil yasal müktesebat açısından uyumunun önemine işaret ediliyor.

    Ne dersiniz? Hazır Bükreş Anlaşması Sekreteryası’ndan Türkiye’nin anlaşmayı ihlal ediyor olmasına dair bir geri dönüş yapılması beklenirken demokratik kitle örgütlerinin/sivil toplum örgütlerinin sözleşmeye taraf olan ülkelerin hükümetlerinin sessiz kalmayı tercih etmesi ihtimaline karşı sınır aşırı ülkelerde işbirlikleri geliştirmesi, bu girişime ivme kazandırabilir mi?

    *

    [1] 2019 yılında Japonya hükümeti ve şirketleri Sinop’taki nükleer santral projesinden çekilmişse de Sinop’a nükleer santral kurulması için girişimler devam ediyor. Halihazırda hangi ülkenin know-how teknolojisiyle inşa edileceği bilinmese de bir referans reaktör baz alınarak buna Çevre Etki Değerlendirme Onayı verildi. demokratik kitle örgütlerinin ve halkın itirazlarıyla proje yargı sürecinde bulunuyor.

    [2] Kılıç, H.  ve Atal, İ. H. Violation of the Convention on the Protection of the Black Sea against Pollution, Bucharest’s Convention of 1992 and the Sofia Protocol of 2018 by Turkish Government’s Sinop Nuclear Power Complex Project (Karadeniz’in Kirliliğinin önlenmesini hedefleyen Bükreş sözleşmesi ile Türkiye tarafından 2018 yılında imzalanan Sofya protokolünün ihlali) Journal of Environmental Science and Engineering, A 10 (2021), 34-38

    (Bu yazı Sivil Sayfalar ve Yeşil Gazete'de yayımlanmıştır.) 

    Sivil toplum Espoo Sözleşmesi’nin neresinde?

     Sınıraşan etkileri haiz nükleer tehlike nedeniyle 'başkaları' için de kaygılanmak Espoo Sözleşmesi’yle aralanacak kapıdan komşu ülkelerde açan güneşin girmesiyle karanlığı dağıtabilir,


    facebook sharing button
    whatsapp sharing button
    twitter sharing button
    linkedin sharing button
    email sharing button
    print sharing button
    Bir kazanın meydana gelmesiyle geniş coğrafyaları radyasyona maruz bırakabilen; olağan işletim süreçlerinde dahi ekosistemin yapısını bozduğu uzun vadedeki kümülatif negatif etkileriyle bilimsel olarak ispatlanmış bulunan nükleer santral tesislerinin bir “proje” formunda sunulmasıyla karar alım süreçleri, salt yıkımın altına imza atan ülkelerle sınırlı tutulamaz. Bu tesislerin kurulum, işletim, atık, söküm hatta yakıt sevkiyat süreçlerine dair en azından aynı bölgedeki ülkelere yönelik bilgi vermesi de bir zorunluluk kabul edilmelidir.
    Bu bağlamda, uygulamada katılımcılığı öne çıkaran iki temel metin 2001’de yürürlüğe girerek ortak bir coğrafyada bulunan herkesin çevresel bilgiye ulaşmasını ve kararlara katılmasını şart koşan “Çevresel Bilgiye Erişim, Karar Vermede Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru”(Aarhus) Sözleşmesi ile 1997’de yürürlüğe giren Sınır aşan Çevresel Etki Değerlendirmesi (Espoo) Sözleşmesidir. Şüphesiz petrokimya tesisleri, biyolojik artıma, atık yakma tesisleri, kömürlü termik santraller gibi ekosistemi zehirleyen her tür faaliyet de bu sözleşmelerin kapsamında düşünülebilir.
    Lakin biz bu yazı için nükleer santralleri; karar alma süreçlerinde proaktif yaklaşımı benimsediği kabul edilen Aarhus ve Espoo sözleşmelerinden de farklı demokrasi iklimine sahip olan ülkelerle etkileşimin imkanlarına kapı aralama ihtimali bulunan ikincisini baz alacağız. 

    Başkaları için de kaygılanmak…

    Bugüne kadar, elli nükleer santral projesinin sınır aşan etkilerine karşı komşu ülkelerin incelemesine olanak tanıyarak Sınıraşan Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED)’nin hazırlanmasını gerektiren Espoo Sözleşmesi Avrupa ülkelerinin neredeyse tamamı tarafından imzalanmış durumda [1]. Daha uzak coğrafyadan  Azerbaycan, Kızgızistan, Kazakistan ve Kanada’nın da imzalayanlar listesinde olduğu buna mukabil Rusya ve Ermenistan’la birlikte Türkiye tarafından imzalanmamış olan Espoo Sözleşmesi, iyi değerlendirilirse Akkuyu NGS Projesi’ne karşı etkin bir araç  kılınabilir. Sınıraşan etkileri haiz nükleer tehlike nedeniyle “başkaları” için de kaygılanmak Espoo Sözleşmesi’yle aralanacak kapıdan komşu ülkelerde açan güneşin girmesiyle karanlığı dağıtabilir, sınırötesi sivil toplumla gösterilecek dayanışma  rengarenk çiçekleriyle yaşamın kendisini sağaltabilir.

    Meseleye salt nükleer santral değil de Türkiye topraklarında Rusya menşeili şirket; Rosatom tarafından inşa edilmekte olan bir  nükleer santralin reaktörünün inşaat temelinde iki defa oluşan çatlak, inşaatta tespit edilen su sızıntısı ve meydana gelen “planlı” patlamalarda meydana gelen kaza(lar) açısından da bakarsak ortada büyük bir sorun bulunuyor. Doğal olarak,  kararından vazgeçmeyen ama bilgi de paylaşmayan bir siyasi iktidarla karşı karşıya olan, mağdur edileceği dönüştürülen yasa ve hukukla elinin kolunun bağlanmasından mütevellit sivil toplum açısından rotanın dışında bir çözüm aramak kaçınılmaz görünüyor.

    Bu noktada ise en büyük rol yine bugüne dek yapılan basın açıklamalarından, paylaşım ve açıklamalardan görüldüğü üzere her koşulda yüksek sesle tepki verebilen, madunun sesi olan adres her zaman yerel yönetimleriyle, örgütleriyle, sendikalarıyla meslek örgütleriyle, inisiyatifleriyle ve özgür medyasıyla sivil toplumun kendisidir. Zira sivil toplumun gücünü, son dönemde derneklere kayyım atanmasına olanak tanıyarak üzerinde çakan şimşeklerden daha iyi ne anlatabilir?

    Türkiye Espoo Anlaşmasını neden imzalamıyor?

    Gelişmekte olan ülke kategorisinde olup da yıllardır nükleer santral  kurmayı, böylelikle “güç sahibi” ülke olunacağını iddia eden Türkiye’nin, nükleer santral sahibi(!) olmaya AKP iktidarında hiçbir siyasi iktidarın döneminde olmadığı kadar yaklaştığı da bir gerçektir [2]. Oysa Espoo Sözleşmesi yıllarca nükleer karşıtlarının Türkiye sınırına 16 kilometre mesafede işletme halinde olan Ermenistan’daki Metsamor Nükleer Santrali’nin faaliyetlerinin izlenmesine yönelik de imzalanmasını talep ettiği bir anlaşmadır. Diğer bir deyişle Espoo’nun imzalanması talebi bir ülkeye karşı olan tutumdan bağımsız şekilde her ülke için geçerli ve anlamlı sayılabilecek bir talepken Türkiye’nin komşularının Akkuyu ve Sinop projeleri için benzer kaygıları taşımasından daha doğal bir şey de yoktur. Ancak öyle görünüyor ki  bahsettiğimiz kaygıların giderilmesi için de hemen her konuda izlenen ithalat odaklı bir politikanın izlenmesi, bilginin ithal edilmesiyle mümkün olacak….

    Zira üç yıl içinde operasyona başlaması planlanan, bunun için pandemi koşullarını dahi engel tanımayan hatta, almadığı önlemler nedeniyle skandallara imza atarak işçi sağlığı ve güvenliğini önemsemeden inşasına devam edilen Akkuyu NGS’nin sahibi Rosatom sadece Türkiye’yi değil Akdeniz coğrafyasındaki bütün ülkeleri tehdit ediyor. Ne var ki sınır aşan etkilerin etkisi bağlamında Espoo Sözleşmesi’ni Rusya menşeili şirketin operasyonları açısından düşünmek benzersiz fırsatları da haiz. Zira  Espoo Sözleşmesi’ni imzalamamışsa da sözleşmeye taraf olan ülkelerdeki projelerle ilgili olarak sözleşmeyi uygulayacağını taahhüt etmiş bulunuyor.

    Akkuyu NGS

    Rusya Sözleşmeye taraf olmasa da, Rosatom Akkuyu NGS için Espoo’yu uygulayabilir!  

    Rosatom’un bu taahhüdünün  kaynağında ise on yıl önce meydana gelen Fukuşima nükleer felaketi yatıyor. Hatırlayacağınız gibi Fukuşima nükleer felaketi meydana gelip dünya gündemine yerleştiğinde başta Almanya olmak üzere bazı ülkeler nükleer enerjiden çıkacağını açıklarken nükleer güç sahibi diğer bazı ülkeler de Japonya gibi bir nükleer santrallerini devreden çıkartarak depremsellik testine tabi tutmaya başlamıştı. Bu olayın o günlerde de nükleer gücünü arttırmayı planlayan Rusya üzerindeki etkisi ise  daha fazla şeffaflık sağlamak adına Rosatom’un Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu’na (United Nations Economic Commission for Europe’s (UNECE) Convention)’ı kendi nükleer projeleri hakkında aynı coğrafyayı  paylaştığı Avrupa ülkelerini bilgilendireceğini açıklaması şeklinde oldu.

    Ez cümle, Rosatom’a bu taahhüdü Akkuyu NGS projesinde reaktör  inşaatlarının temeli atılırken meydana gelen çatlaklar, inşaatın içinden su sızdığına dair görüntüler de kamuoyuna yansımışken yani açıkça zeminin bu projeye uygun olmadığı iddiaları kendini ispatlarken; inşa sürecinin derhal durdurularak tesisin bağımsız uzmanların incelemesine açılması gerekirken  hatırlatılmalıdır.

    Rosatom’un genel manada nükleer santrallerin var olan risklerini ikiye, üçe katlayan bir kaygılandırma potansiyeline haiz Akkuyu NGS’nin durumu hakkında bilgi vermesi gerekirken bunu yapmıyorsa, en azından Akdeniz çevresindeki 23 ülke (Arnavutluk, Cezayir, Bosna Hersek, Hırvatistan, Kıbrıs, Mısır, Yunanistan, Filistin, İtalya, Lübnan, Libya, Malta, Fas, Tunus, Monaco, Karadağ, Slovenya, Fransa, İspanya, Suriye, İsrail, Filistin, Mısır, Tunus) arasında Espoo’yu imzalamış olan Fransa, İtalya, İspanya, Yunanistan ve Kıbrıs’a karşı  resmi olarak tutması gereken bu taahhüt, sivil toplum tarafından kampanyalarla hatırlatılabilir.

    Benzer bir kamuoyu baskısının oluşturulması için bir diğer yol ise sivil toplumun ülke koşulları çerçevesinde kontrol ve tahditlerle elinin kolunun bağlandığı  hal ve koşullarda madunun sesi olma kararlılığını Espoo’dan bağımsız ve daha önce de önerdiğimiz gibi yukarıda adlarını tek tek saydığımız  Akdeniz çevresindeki  tüm  ülkeleri harekete geçirerek sürdürmesi olabilir.

    Bunun için Akdeniz coğrafyasını paylaşan ülkelerin  Akkuyu NGS’deki çatlaklardan ve sorunlardan haberdar edilmesi, haberlerin dünya dili konumuna gelmiş İngilizceye çevrilerek yaygınlaştırılması iyi değerlendirilmelidir. Zira başta da söylediğimiz gibi yasalar çerçevesinde yaşama kasteden projelere dair gerçek ve doğru bilgiyi edinmek mümkün olmuyorsa ancak, ortak coğrafyayı paylaşan ülkelerin bilgilendirilmesi için gösterilecek çaba Akkuyu’nun sırlı kapısını aralayabilir.

    *

    [1] Bugün dünya genelinde aktif 413 nükleer reaktörün olduğu (https://www.worldnuclearreport.org/) göz önüne alınırsa ve elli projede reaktör sayısının en az iki-üç olduğu düşünülürse sınıraşan ÇED yapılmasını şart koşan Espoo Sözleşmesi’nin önemi daha iyi anlaşılır. Örnek: Akkuyu NGS bir projedir fakat 4 nükleer reaktör içerir.

    [2] Hükümetlerarası Anlaşma ile kararlaşatıılan Akkuyu NGS projesinin Yap -Sahip ol-İşlet (B.O.O.) usulünde inşa edilmesi en başta nükleer tesisin sahipliği konusunda  büyük soru işaretleri barındırıyor. Akkuyu NGS açısından hisselerinin tamamı Rosatom’a ait olan nükleer santral kurulumundan işletimine  Rusya’ya aittir. Türkiye’ye değil. Aynı durum B.O.O. usulünde inşa edilmesi öngörülen (inşa edecek şirketve devleti belli olmasa da) Sinop NGS için de geçerlidir.

    (Bu yazı Sivil Sayfalar ve Yeşil Gazete'de yayımlanmıştır.)

    [COP 28] Nükleer enerjinin COP kararına girmesinin arka planı

      Küresel ısınmanın önlenmesi için ilki 1995 yılında gerçekleştirilen  COP  toplantılarının 28’incisine fosil yakıtlardan çıkışa dair somut ...