20 Ağustos 2019 Salı

Sisifos’un imkanları

“Umut ve gelecek yoksunluğu, insanın her şeye açık oluşunda bir artış anlamına gelir”.*  Ceza olarak aşağı yuvarlanan kayayı hep yeniden tepeye çıkarabilmek, buyruğu verenlere başkaldırmanın yegane yoludur aslında…



Kazdağları’nın bağrına bıçak saplayıp yüz doksan sekiz bin ağacı katleden, altın çıkarmak için bitki örtüsünün içine zehir akıtıp doğal yaşamın kaybına yol açacak olan Alamos Madencilik Şirketi’nin CEO’su işletecekleri madende yabancı işçi istihdam etmeyeceklerini “Türkler taş taşımakta çok iyi” diyerek açıklıyordu. Haksız değil. Özellikle son beş yıldır neoliberal ekonomi politkasının rüzgarının çılgınlık derecesine varan hızla aşağı yuvarladığı taşları yukarı çıkarmakla uğraşıyoruz. Fatsa, Hasankeyf, Artvin… nereye bakarsanız bir kıyım, arkasında bekleyen bir yenisi… Yine Kütahya, Balıkesir, İznik ve Munzur altını üstüne getirmek için katli vacip görülen yerlerden. Sadece Kazdağları’nda 40 ayrı şirket  ruhsatlandırılmış şekilde altın çıkarmak için sırasını bekliyor. Bu kıyıma zemin hazırlayan 17 yıldır yasa ve kanun maddeleri üzerinde her türlü tasarrufa sahip olan kurduğu ittifakla gücüne güç katarak torbaya atılan teklifleri toptan TBMM’den geçiren siyasi iktidardan başkası değil.
5177 Sayılı Yeni Maden Yasası’nda yapılan değişikliklerin 2004 yılı itibariyle yürürlüğe girmesini izleyen süreçte yabancı şirketlerin maden ruhsatı almak üzere başvurması, madencilik sektöründe  sömürgecilik döneminin başladığına işaret eder gibi. Zira Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın internet sitesinde bu zemin üzerinde yükselen yatırımların 2018 Eylül ayı itibariyle 136’sı yabancı firmaya ait 657 maden ruhsatına ulaştığını görüyoruz. Bakanlık tarafından yabancı yatırımcılar için ingilizce olarak hazırlanmış Maden Yatırım Rehberi ise bu artışın nedenlerine ışık tutan türden: Taş, mermer, çinko, altın, gümüş, kurşun, krom her şeyi çıkarmaya davet ediliyor yatırımcılar.
Sadece altın yatırımı ile ilgili kısımda Türkiye’de 6500 ton altın rezervi olduğu ve çoğunun yer altından çıkarılmayı beklediği belirtiliyor. Vaatler arasında %50 ucuz arazi tahsisi ve orman satışından %50 pay verilmesi de dikkat çekici. Sağ taraftaki altın haritası görselinde, bu rehberde solmuş yıldızlarla halihazırda operasyondaki madenler, sarı parlak olanlarsa açılmayı bekleyen madenler gösteriliyor. Yine rehberde açılacak her tür altın madeni işletmesi için azaltılmış bürokrasi ve çeşitli vergi indirimi uygulamaları da taahhüt ediliyor.
Yatırımlar, modern dönemde iktidarlar tarafından ilerlemeci  anlayışın bir ürünü olarak kalkınma ve gelişme saikleriyle birlikte anılır, çoğu kez popülist söylemlerde de yer bulur. Yıllardır nükleer santral gibi ülkenin hiç de menfaatine olmayan bir projenin dahi gerçeklerin tam aksi söylenerek  temiz, ucuz, güvenli şeklinde tanıtıldığı malum. Ne var ki, Kazdağları’nda altın çıkarmak için davete icabet eden Alamos’un işletme ruhsatını almış olduğunu duymamız 10 yıl kadar sürdü. Bölgede 2007’den beri bir direniş olmasına rağmen hükümetin bu projeyi istihdam ya da başka sözlerle gündeme getirdiğini hiç duyduk mu? Belki de Türkiye’nin akciğeri sayılan bir coğrafyayı siyanüre boğmanın açıklanabilir bir tarafı yoktur? Esasen işler arka planda öyle gizli yürütülmüş ki Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği’nden Süheyla Doğan iki yıl önce bu maden şirketlerinin Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) başvuru sürecinde tepki çekmemek için altın çıkarma faaliyetini başvuru dosyasına “kuartz çıkarma” şeklinde yazdırarak izin aldığı yönündeki tespitlerini paylaşmıştı. Ne yazık ki devlet kurumlarının ve şirketlerin gerek mega projelerde gerekse kirletici tesislerin yatırımlarında sergilediği işbirliğini şimdi de  Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Alamos’un yatırım faaliyetini savunan, Alamos’un iştirakı Doğu Biga Madenciliğin açıklarını kapatan sözlerinde hatta, ÇED imzalarındaki usulsüzlüklerde görüyoruz.
Usulsüzlüklerin olduğu hangi projede  facialar yaşanmaz ki ? Altın madeninden devam edersek misal 2000 yılında Romanya’da Baire Mare Aurul altın madenine ait siyanür havuzunun çökmesi, Sırbistan, Bulgaristan ve Romanya olmak üzere üç ülkenin topraklarının zehirlenmesine yol açmıştı. Çalışanlar, Çernobil Nükleer Felaketi’ni hatırlatırcasına sınır ötesi kirliliğe örnek teşkil eden bu facianın oluşma nedenlerini inşaat sürecindeki usulsüzlüklere bağlamıştı. Bir altın madeni işletmesinin kaza olmasa da doğa ve doğal varlıkları tarumar ettiğini ise Kanada menşeili Goldcorp’un Guetemala, Meksika, Honduras’taki faaliyetleri nedeniyle yurttaşlar ve  bilim insanları tarafından yargılandığı yurttaş mahkemesinde suç teşkil ettiği ilan edilen gerekçelerde görebiliriz (Health tribunal 2012). Buna göre Goldcorp  su varlıklarının kirlenmesinden, bitki örtüsünün geri dönüşü olmayan şekilde kaybedilmesinden, zehirli siyanür tozlarının havaya saçılmasından, ağır metallerin açığa çıkmasından, evcil ve vahşi hayvanların, insanların hastalanmasından ve ölmesinden sorumlu tutulmuştur. Mahkemede konuşan tanıklıklar ise siyanür uygulaması nedeniyle çevrelerinde ve kendi bedenlerinde meydana gelen değişimi şöyle tanımlamışlardır: Deri ve göz hastalıkları, saç dökülmesi, bebek düşükleri, ölü doğumlar, yeni doğan bebek ölümleri, sinir sistemi hastalıkları, sindirim sistemi hastalıkları, çocuklarda kronik hastalıklar….
Savaşlarla uğruna kan dökülen toprakların ve üzerinde yaşayanların idaresine talip olan siyasi iktidarlar, önayak oldukları ticari ve endüstriyel faaliyetlerle işte bu şekilde hastalığa ve ölüme bizzat kapı aralayabilmekte. Bilim, teknoloji ve kültür etkileşimi üzerine eserleri bulunan Lewis Mumford’un da tespit ettiği gibi madencilik çevreye getirdiği yıkım ve insan hayatının karşı karşıya olduğu tehlikelere kayıtsızlığıyla savaşa benzer. Savaşın kendisi yeterince anlamsızken benzerine niye tahammül edelim ki? Savaşta ölmemenin yani yaşamda kalmanın koşulu direnmekse şayet, Hasankeyf’te, Salda’da, Fatsa’da, Uşak’ta, Artvin’de, Sinop’ta, Honduras’ta, Meksika’da iradesinin dışına taşan idare karşısında Sisifos’un imkanlarıyla sınırlı olan yurttaşlar taşın tekrar aşağı yuvarlanacağını bile bile onu yukarı taşımadan; sağlığına, geleceğine, kurdun, kuşun, ormanın hakkına sahip çıkmadan yaşamaya başka nasıl devam edebilir?
İki yıl önce yaşam alanlarına kurulmak istenen mermer ocağına karşı çıktıkları için hedef haline getirilerek mücadele yolunda öldürülen Ali Ulvi ve Ayşin Büyüknohutçu çiftine saygıyla.
*Camus A., Sisifos söyleni, 95
(Bu yazı Sivil Sayfalar‘da da yayımlanmıştır.)



Pınar Demircan 
Yeşil Gazete

4 Ağustos 2019 Pazar

Kazma dağları! Bırak, yerin altında kalsın…

Gün geçmiyor ki yeni bir yerin kazılacağını, doğal kaynakların talan edilerek su varlıklarının, çevre ve canlı yaşamının gözden çıkarıldığını duymayalım!  Çanakkale’de Kazdağları, Kütahya’da Murat Dağı’nın etekleri, Fatsa’da Bahçeler, Artvin’de Cerattepe yerin altındakinin üstündekinden daha değerli varsayılmasıyla madenciliğe açılan  dolayısıyla toplumsal muhalefetin kabardığı yerlerden. Oysa bugün bile deneyimlediğimiz aşırı hava olayları, sel ve kuraklık gibi afetler sıklaşarak kısa zamanda günlük yaşamın bir parçası olacak ve  biz “hep daha fazlasını iste!” noktasından “elindekini koru!” safhasına zorunlu geçiş yapacağız. Bu nedenle madenciliği de iklim krizi ile birlikte düşünmek önemli.



En son geçen hafta Kazdağlarında yurttaşların yaklaşık on yıldır kurulmasına karşı mücadele verdiği altın madeni projesiyle ilgili olarak teyakkuza geçildi, kampanyalar yapıldı. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın bu yıl mart ayında projeye Çevre Etki değerlendirme (ÇED) onayını vermesi üzerine Çanakkale’nin Kirazlı Köyü’ne yapılması planlanan Siyanürlü Altın Madeni Projesi ile ilgili çalışmalara başlayan firmanın, onay kapsamında izin verilenin 4 katına çıkarak 195 bin ağacı kesmiş olması sabırları taşırdı. Proje gereği 20 bin ton siyanür kullanımına maruz kalacak olan Kazdağları’nın meşe, çam ormanları ile birlikte dünyada sadece Türkiye’de yaşayan 7 bitki türünün yaşam alanı olması da ağaç kesiminin yanında sorunun çok önemli bir boyutu. Zira siyanürle birlikte açığa çıkacak olan arsenik gibi ağır metaller Kazdağları’ndaki dereleri, yer altı sularını, tarım alanlarını zehirleyen kirlilikle; ormanları ve nadir bitkileri de yok olma tehlikesi ile karşı karşıya bırakacak. Ayrıca  maden sahası 180 bin nüfuslu Çanakkale şehrinin içme suyunu sağlayan Atikhisar barajına komşu olduğu için bu zehirli maddelerin şehrin şebeke suyuna karışma riski de bulunmakta. Kaldı ki iklim değişikliğine bağlı sel, deprem gibi afet olayları meydana gelirse tolere edilmesi mümkün olmayan büyük ölçekli sonuçlarla karşılaşılabilir. Kazdağları’nda altın arama projesine dur demek için başlatılan kampanyaya imzanızla destek olabilirsiniz.  
Maalesef  Kazdağları  örneği tek değil. Kütahya’nın Gediz ilçesine bağlı Karaağaç Köyü’nde de bir altın gümüş madeni kurulması için 8 Mayıs’ta ÇED onayı verilmiş bulunmakta. Madenin faaliyet göstermesi planlanan Murat Dağı eteklerinin 25 endemik bitki türü, hayvan türlerinin çeşitliliği ve ender bulunan yaban hayat ögeleriyle birlikte sulak alanlarına ev sahipliği yapması önemli bir doğa alanın altın uğruna gözden çıkarılacağının işareti. Uzmanlara göre proje için ağaçların kesilmesiyle toprağın erozyona uğraması ve bölgede heyelanların oluşması da kuvvetli ihtimal. Murat Dağı, Ege’nin en büyük iki akarsuyu olan Büyük Menderes ve  Gediz nehirleriyle Karadeniz’e dökülen Porsuk Çayı ve Sakarya Nehri’nin kaynağı olduğu için siyanür kullanımı nedeniyle açığa çıkacak olan zehirli maddelerin şehrin su kaynaklarına karışması yine önemli bir risk. 
Fatsa ve Artvin de altın-gümüş madeni projeleri nedeniyle yıllardır adını bu risklerle duyurmakta. Yine Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın internet sayfasında altın-gümüş çıkartıldığı belirtilen Bergama, Manisa, Uşak, Gümüşhane, Eskişehir ve Erzincan da maden şirketlerinin ele geçirerek toprak, hava, su varlıklarını kirlettiği canlı cansız çevre açısından kıyam gerçekleştirdiği yerlerden. Oysa dünya genelinde iklim krizi konusunda hükümetler düzeyinde de bir farkındalık gelişirken, yalnızca altın madenciliğinden de değil  uranyumdan kömüre, altına, gümüşe kadar her tür yer altı kaynağının çıkarılması adına yürütülen operasyonlardan vazgeçilmesi gerekiyor. Zira madencilik çok yoğun enerji kullanılmasını gerektiren, karbon salımına neden olduğu için iklim krizini derinleştiren ve gerek çıkartılan madenin doğası, gerekse maden ayrıştırılırken kullanılan zehirli kimyasallar nedeniyle iklim krizi şartlarında kıymeti artacak su varlıklarını zehirleme potansiyeli de bulunduğu için terk edilmesi gereken bir sektör.
Bu yıl Birleşmiş Milletler (BM) tarafından gerçekleştirilmiş olan Küresel Kaynaklara Bakış 2019 adlı araştırma (Global Resources Outlook 2019)  dünya genelinde karbon emisyonlarının yarısının maden ve fosil yakıt, ham maddelerinin yerin altından çıkarılma faaliyetinden kaynaklandığını ortaya koymakta. Buna göre sondajlar, açılan kuyular, çıkarılan maddelerin işlenmesi, sevkiyatı ve atıklarının neden olduğu sorunlar açısından sistemik reformların yapılması iklim krizi açısından elzem olmalı. Her ne kadar “sistemik reform” ifadesi neoliberal kimliğiyle sakil kalsa da bu raporun  her tür madencilik faaliyetinin dünya genelinde  karbon emisyonlarının %53’üne neden olduğunu teslim etmesi önemli. Yine raporun ortaya koyduğu diğer bir gerçek, geçen 50 yıl içinde dünya nüfusu ikiye  katlanmışken küresel çapta yer altından çıkarılan maden ve fosil yakıt miktarının 1970’lerde 27 milyar tondan 2017 yılında 92 milyar tona yani yaklaşık 4 katına  çıktığını ortaya koyması. Bununla beraber yer altı kaynaklarına yönelik kişi 1970’lerde o dönemin nüfusuna göre kişi başı yıllık 7 ton olurken 2017’lerde kişi başı 12 tona çıkmış buluyor.
BM raporunu incelerken kurumsal riskler üzerine çalışmış eski bir beyaz yakalı olarak maden şirketlerinin gelecek riskleri nasıl değerlendirmiş olduğu sorusu aklıma geldi. Avrupa Birliği tarafından 2016-2018 yılları arsındaki verilerle hazırlanarak yayımlanan Madencilik raporu (MARCO)’daki uyarılar  genel bir internet aramasıyla karşıma çıkan maden şirketlerine iklim riskleri danışmanlığı hizmetlerinin neden verildiğini de açıklıyordu. Nitekim raporda iklim riskleri verimlilikteki düşüşlerin ötesinde gerek maden alanı gerekse çevre açısından kirliliğe yol açabileceği belirtilmekte ve işletme yönetimi açısından ciddi ve hesaplanmayan maliyetlerin oluşabileceğine hatta, sel suyunun maden sahasını basması zehirlenmelerle beraber çalışma yaşamının sekteye uğramasına yol açabileceğine dikkat çekilmekte.  
Bununla beraber şirketler açısından iklim değişikliğine dair en büyük risk faktörünün hükümetlerin karbon emisyonlarını azaltmaya  dönük politikası olduğunu söylemeliyim. Zira Queensland Üniversitesi tarafından yapılan iklim değişikliği şartlarında madencilik sektörünü yurt dışı imkanlar açısından değerlendiren bir araştırma maden şirketlerine farklı ülkelerin  iklim değişikliği politikasına göre operasyonlarını gerçekleştirmesi yönünde tavsiyeler vermekte diğer bir deyişle uygun şartların küresel çapta aranması için madencilikte kolonyalizmi önermekte! Kuşkusuz Paris anlaşmasını imzalamış ama onaylamamış bir Türkiye  küresel maden şirketleri için birbirinden cazip fırsatlar sunuyor, kaldı ki yabancısının gelmesine gerek olmadan yerli şirketler de doğa varlıklarının, yaşam alanlarının cellatlığına soyunmuş durumda.
Murat Dağı’ndaki kartalın, Kazdağları’ndaki  ceylanın içtiği suda siyanür olması ihtimalinde,  çocuklarımızın içtiği suda siyanür olması ihtimali gizli. Tek çare hükümetlerin iklim krizini ciddiye alarak samimi politika üretmesinde. Ancak kömürlü termik santrallerinin filtresiz çalıştırılmasına, yeni termik santrallerin kurulmasına göz yuman hükümetlerin toplumsal muhalefet eliyle küresel iklim değişikliği politikalarına uymaya zorlanması yerin altındakini yerin altında bırakmak dahil bir çok sorunun ortak  anahtarı gibi görünüyor.
Pınar Demircan 
(Yeşil Gazete) 

Bu yazı Sivil Sayfalar‘da da yayımlanmıştır

Chernobyl: The Dark Underbelly of Dark Tourism



The Chernobyl series, which recently gained worldwide popularity, encouraged people to talk about Chernobyl in a way which even nuclear opponents could not manage, thanks to the influence of mass communication technologies – it is obvious that the series reached people of all cultures, ages, and political views. Since the series’ Director Craig Mazin clarified that he was not anti-nuclear, but in favour of nuclear energy, I attempted to understand the possible reasons for him making this film and discussed the timing of the Chernobyl series here. On July 10, we also read in the papers that Chernobyl which was the subject of the Chernobyl series, is “officially” also a tourist attraction now. What a big coincidence! It is hardly surprising that the Ukrainian Government would not have wanted to miss out on benefiting from the popularity of Chernobyl’s mystery and appeal! Or is it the opposite? Was part of the goal of the Chernobyl series, advertising and promoting Chernobyl as a tourist destination?

On July 10, even as Chernobyl was being officially declared a tourism spot, something equally significant happened, away from media glare – the steel sarcophagus, on which construction had started within the scope of the European Bank project in 2016 in order to cover the Reactor 4 building which had exploded during the Chernobyl accident, was completed and the keys were delivered to the Ukrainian authorities. The giant steel sarcophagus, weighing 36,000 tons, measuring 108 meters in height and 257 meters in width and competing with the world-famous Berlin Cathedral with its dome, was financed by 45 donor countries and institutions. The cost of the construction by the French engineering company was 2.6 billion USD and 900 million USD was covered by the project manager – the European Bank . Those who bore the cost of the steel sarcophagus, which is expected to contain radioactivity for the next 100 years, should have welcomed the opening of Chernobyl to tourism.
Turning to the issue that the series may have increased interest in Chernobyl as a tourism destination, one can not say that advertising is never bad, of course! Despite via subliminal messages, Chernobyl series mostly blames an “old” technology that does not have continuity today, and argues that there was an overdose of radioactivity which made people suffer for life time or killed them and poisoned the environment. For sure the living and non-living environment is under risk in case of any exposure to radioactivity! But who knows, how many of us think in this way? Young people all over the world might have never heard of Chernobyl in their lives and have learned something about it for the first time through the series. They have grown up with new technology and even computer games, and the misinformation that they receive from mass media may have hampered their understanding regarding nuclear facts especially since the series never made the connection with today’s nuclear reactors.
Advertisements aim to promote a certain location through information, persuasion and reminders, doubtlessly functions of goods and services within the framework of product marketing strategy are very important tools in reaching consumers. In this respect, let’s take a look at the tours that are currently underway in Chernobyl, which is officially declared as a tourism region, thanks to the series! Actually the visits to Chernobyl have been called “dark” tourism in English and sometimes referred to ‘sad’ tourism. Three of the seven most popular destinations, led by Auschwitz, appear to be Chernobyl, Hiroshima, and the US nuclear testing island of the Second World War which is one of the several places to have faced nuclear disasters. But at this point a new question is inevitable: How appropriate it is to include Chernobyl and other radioactive-polluted areas within the scope of tourism – places that have witnessed immense human suffering in general? In this respect, how safe is Chernobyl? Even though the steel sarcophagus was built over the Reactor 4, which exploded on April 26, 1986, it is not difficult to say that the places considered ‘touristic’ are still dangerously radioactive due to the accident which released radioactivity nearly 200 times of the amount emitted by the US Atomic bombs in Hiroshima and Nagasaki. How can one ignore the fact that the reaction in a nuclear reactor has 1500 kinds of radioisotopes that have different half-life* periods from each other such as hundreds, thousands, or tens of thousands of years, for example plutonium has a half life of 24 000 years!
According to Helen Caldicott, the author of Nuclear Energy is not a Solution, the Chernobyl Nuclear Disaster is far from over. She emphatically makes this point in her article, based on a scientific study ‘Chernobyl: Consequences of Disaster for the Environment and People’, conducted in 2009 by Dr. Alexey Yablokov, a Russian biologist and former advisor to the President of Russia, Alexey Nesterenko, a biologist and ecologist in Belarus, and, Vassili Nesterenko, a nuclear energy engineer . The Study concludes that Chernobyl-induced radiation exposure which impacted millions of people, will continue into the future. The main reason for this is that 40% of European soil is now radioactively contaminated by the spread of isotopes to the environment, whose impact will last for tens of thousands of years. Indeed, an important finding revealed by the Chernobyl Survey is that prior to the Chernobyl nuclear catastrophe, 90% of children in Belarus were healthy, while only 20% are healthy today and one million children still live in the radioactive region. On the other hand, Dr. Caldicott underlines in her article that there are many victims of Chernobyl in Russia, Ukraine, European countries, UK and Turkey. She says that this situation will continue in the future as radioisotopes are in motion and agricultural products are being grown in radioactive soil from where they continue to enter the food chain. In fact, another Chernobyl Survey conducted by independent scientists in 2016 also suggests that there will be 40,000 new cancer cases in the next 50 years.
Guy Debord, in the book Show Society, states that where the real world is becoming one of simple images, simple images are also becoming effective motivations of hypnotic behavior. No wonder that with Chernobyl ‘officially’ becoming a tourism zone, it will influence society especially through social media and as a result of such interactions, there will be a flow of tourists to the region. Some of the tours sold by tourism agencies which cost up to four thousand dollars per person, are already booked until 2020. The announcement that the Chernobyl region has been officially opened up for tourism will increase the competition among agencies on the number of tours. Finally, these agencies, in trying to provide services in the face of increasing competition, will attempt to defy cost concerns and diversify services by including more dangerous and inaccessible places within the tour packages, with a view to attract potential consumers. In short, it is not difficult to foresee that capitalist business logic will hollow-out the content of words such as ‘safety’ and ‘caution’ in Chernobyl.
*Half-life: is used to calculate the time it takes for a radionuclide (radioisotope) to decrease its life. For example, the half-life of cesium radioisotope is 30 years. The effect will last for at least 300 years according to the decrease which will continue in the form of half of it. The half-life of plutonium can last 24 thousand years and 240 thousand years.

https://www.dianuke.org/chernobyl-the-dark-underbelly-of-dark-tourism/?fbclid=IwAR2dY5Ad7fO5IBJga6PxZgAddEgDxLImJ2oPozepVvlQJwGLFmjUoNNWckU

[COP 28] Nükleer enerjinin COP kararına girmesinin arka planı

  Küresel ısınmanın önlenmesi için ilki 1995 yılında gerçekleştirilen  COP  toplantılarının 28’incisine fosil yakıtlardan çıkışa dair somut ...