19 Ekim 2018 Cuma

Nükleersiz.org’dan Pınar Demircan’ın Japonya izlenimleri Açık Radyo’da

1 Mayıs 2018 tarihinden bu yana iki haftada bir Açık Radyo’da yayınlanan Sudan Gelen programın bu haftaki konusu nükleer enerjiydi.

Japonya’da nükleer karşıtı hareket

16 Ekim 2018 tarihinde Akgün İlhan’ın konuğu olan Pınar Demircan, geçen ay gerçekleştirdiği Japonya gezisinin ardından önemli deneyimlerle döndü ve Türkiye için de elzem olan bu deneyimleri bizlerle Sudan Gelen’de paylaştı.
Programın kaydını buradan dinleyebilirsiniz:
11 Mart 2011’de Japonya’da meydana gelen deprem ve tsunamiyle birlikte başlayan Fukuşima nükleer reaktörlerindeki patlamaların üzerinden yedi seneyi aşkın bir zaman geçti. Ancak sorunlar bütün hızıyla ve şiddetiyle devam ediyor. Koca Pasifik Okyanusu radyoaktif maddeyle kirlenmiş durumda. Radyoaktivite havaya karışıp dağlardan denize akan nehir sularını ve yer altı sularını da kirletiyor. Tüm bunlar yetmez gibi yedi yıldır aralıksız olarak çekirdek erimesi yaşanan reaktörlerin soğutulmasında kullanılan radyoaktif suyun denize boşaltılması ihtimali de gündemde. İnsanlar radyoaktif kirliliğe bağlı amansız hastalıkların pençesinde…
Yıllardır yaşanan bu yıkımın nükleer felaketin kendisi kadar krizin kötü yönetimi, idari sorunlar ve yolsuzluklar ile de ilişkisi var. Ve ölen insanların yakınları, nükleer kirlenmeye bağlı hastalananlar, evlerini kaybedenler ve daha niceleri ellerinden alınan temiz bir çevrede insan onuruna yakışır bir biçimde yaşama hakkını arıyor. Japonya’da bu sancılı süreçte önemli kitlesel eylemler ve hak arayışları devam ediyor.

Japon hükümeti: Hem suçlu hem güçlü!


Pasifik Okyanusu’ndan dünyanın tüm denizlerine, atmosfere yayılan bu kirliliğin sınır tanımazlığı bize bu sınavın sadece Japonya’nın değil tüm gezegenin olduğunu söylüyor. Bu sonucu yaratan insan ise tüm canlılar adına vebal ödeyecekken hala dünya genelinde nükleer enerji santralleri çalıştırılıyor. Nükleer felaketin müsebbibi Japon hükümeti kapatılmış olan santralleri açmanın peşine düşmüşken bir taraftan da Türkiye gibi ülkelerde yeni santrallerin kurulması planlanıyor. Çok açık ki Dünya bu nükleer beladan topyekûn kurtulmadıkça gün yüzü görmeyeceğiz. Japonya’da yaşanmakta olan felaket, planlanan nükleer enerji santralleri gerçekleştirilirse Türkiye’de de olacakların habercisi.

Akgün İlhan (sağda) ve Pınar Demircan, programın hemen sonrasında Açık Radyo’nun önünde
Yeşil Gazete yazarlarından Akgün İlhan’ın hazırlayıp sunduğu Sudan Gelen’de konuk olan Yeşil Gazete ve artık Yeni Yaşam Gazetesi’nde de yazılarını okuduğumuz nukleersiz.orgkoordinatörü Pınar Demircan nükleer felaket sonrası toplumsal yaşam üzerine yaptığı araştırma projesi için Eylül ayında Japonya’daydı.
Demircan nükleer karşıtı eylemlere katıldı ve Türkiye’deki nükleer santral projeleriyle ilgili özellikle Japon hükümetinin kurma planları yaptığı başta Sinop nükleer santral projesi olmak üzere nükleer santrallerle ilgili sunumlar yaptı. Sinop Nükleer Karşıtı Platform adına bir basın açıklaması da gerçekleştiren Demircan, Türkiye’nin nükleer enerji meselesini Japonya’nın gündemine de taşıdı.
Fukuşima Nükleer Felaketi’nin dünya için önemli mesajlar taşıdığına inanan Demircan Japonca diline hakim olmasından dolayı sorumluluk hissederek nükleer enerjinin gerçekleri üzerine derinlemesine araştırmaya ve yazmaya da başladığını programda ifade etti.



(Yeşil Gazete)

3 Ekim 2018 Çarşamba

Fukuşima davasında tarihi iddia: Nükleer patlamalar direkt ölüm nedeni!

11 Mart 2011 tarihinde başlayan Fukuşima Nükleer Santral Felaketi’ni izleyen süreçte Hidanren Komitesi (Fukuşima Nükleer Felaketi üzerine suç duyurusunda bulunanlar) ilk olarak aynı  yıl haziran ayında 1324, ardından kasım ayında 13.262 kişi olarak Tokyo Elektrik Şirketi (TEPCO) ile Ekonomi, Ticaret ve Sanayi Bakanlığı’nın yetkilileri  hakkında suç duyurusunda bulunmuştu.
Bir nükleer faciayı öngörmeleri gerektiği halde rağmen önlem almadıkları için açılan  bu davalarda TEPCO’nun 77 yaşındaki Eski Başkanı Tsunehisa Katsumata, 67 yaşındaki Eski başkan yardımcısı Sakae Muto ve 71 yaşındaki Ichiro Takekuro ölüm ve yaralanmaya sebebiyet veren profesyonel ihmalkarlıkla suçlanıyor.
Hidanren Komitesi (Fukuşima Nükleer Felaketi hakkında suç duyurusunda bulunanlar)
Fukuşima Nükleer Felaketi’nin önlenebilme ihtimaline odaklanmış bulunan davalarda aşama aşama suç unsurları değerlendiriliyor. Önceki iddianamelerde dikkati çeken, bizim de yazılarımızda bahsettiğimiz ana neden geçmişte de yaşanan 9 şiddetindeki depremlerin tekrarlanma olasılığının ve böyle bir depremin de 15,7 metrelik tsunami dalgasına yol açabileceğinin bilinmesine rağmen TEPCO yetkililerinin maliyetten kaçınarak önlem almamış olmasıydı.
Yirmi altıncı duruşma ile 19 Eylül Cuma günü görülen dava ise ilk kez nükleer santral patlamasının direkt ölüm nedeni olduğunun ispatı niteliğindeydi. Diğer bir deyişle 11 Mart 2011 tarihi itibariyle meydana gelen  ölümlerin yalnızca deprem ve tsunamiye bağlanamayacağını ortaya koyuyor, nükleer felaket nedeniyle de direkt ölümlerin meydana geldiğini gösteriyordu. Benim de mahkeme salonundan izleme fırsatı bulduğum bu tarihi davada tanıklar konuştu. Tabii duruşma salonunda suçlanan TEPCO yöneticilerinin yüzlerini çıplak gözle görme imkânım da oldu. Bakışlar birebir aynıydı. Görevlerinin sınırlı sorumluluğunun verdiği rahatlıkla bakan kopyala yapıştır gözler… Tanıkların açıklamalarına göre deprem, tsunami sonrası 2227 kişinin yaşamını yitirdiği açıklanan Fukuşima’da aslında 44 kişi açık ve net olarak yalnızca nükleer patlamalar sonrasında yaşamını yitirmişti.
P.D., Tokyo Adliyesi önü

İnsanların ölümüne nükleer felaketin kontrol edilemezliği neden oldu

İlk tanık olarak Fukuşima Nükleer Santrali’nden dört buçuk kilometre mesafedeki Okuma şehrindeki Futaba Hastanesi çalışanı dinlendi. 1988 yılından beri  gönüllü olarak da çalışmış bulunan Başhemşire Kazuyoshi Kamogawa kaza esnasında yaşananları anlatarak tahliyelerinin çok uzun zaman alması nedeniyle kırk dört kişinin çeşitli hayatını kaybettiğini söyledi. Özellikle derin uyku halindeki yaşlı hastaların tahliyeye hazırlanması çok zor olmuştu. Radyasyonun yayılmış olması nedeniyle dışarı çıkmanın ve iletişimin imkânsızlaştığı durumda enformasyon da sağlanamıyordu. Hatta tahliye emri geç ulaştığı için tahliyeyi beklerken ölen hastalar olmuştu.

Sadece deprem ve tsunami olsaydı kurtulacaklardı!

Tanık “Sadece deprem ve tsunami olsaydı hastaların kurtulacağını düşünüyor muydunuz?” sorusuna “Evet hastane yıkılmış bile olsa bir şekilde kurtulabilirlerdi” yanıtını verdi. Kamogawa, 12 Mart günü durumu hafif bile sayılabilecek 209 hastanın otobüslerle tahliye edildiklerini anlattı. Talimat gereği yola çıkan 130 hastanın Iwaki Lisesi’ne ulaşması ise on bir saat sürmüştü. Oysa bu hastaların çoğu bir saatten uzun yolculuğa çıkamayacak kadar hasta, hatta yalnızca ambulansla taşınabilir durumdaydı. Kamogawa, “Bu tahliye sırasında üç kişi koltuklarında ölü bulundu. On bir kişi de otobüsten indirilip tahliye alanına taşınırken öldü” dedi.

Yüksek radyasyon, ulaşım ve haberleşme güçlüğü…

İkinci tanık olarak Futaba Do-Binası Yaşlılar Evi Müdürü dinlendi. Fukuşima Daiichi Nükleer Santrali’nin 3 nolu reaktörünün patladığı 14 Mart günü diğer patlamalardan farklı olarak kapkara bir duman* yayılmıştı ki bu duman tanığın ifadesine göre kontaminasyonun daha yüksek olmasına dolayısıyla da paniğe yol açmıştı. Nitekim tahliye için giden bir otobüsün geri gelmediği bir ortamda  telefon etmek gerekmiş, fakat tanık Futaba kentinden yedi yüz metre mesafedeki offsitemerkezine girmek istemişse de kontaminasyon endişesiyle içeri alınmamıştı. Zira offsite alanında radyasyon yüksekti, kapılar, camlar içeri radyasyonun girmemesi için bantla sıkı sıkıya kapatılmıştı. Radyasyon seviyesi dışarıda 1 milisieverti, bina içinde 0,1 milisieverti geçmiş durumdaydı. Tanık, kapılar bantlı olduğu için jandarmanın da bu binalara giremediğini ve tahliye etmek için geldiği binanın kapısına doksan hasta ile altı çalışanı alamadığını notlarla kapıya iliştirilmiş olduğunu da söyledi.
Tanığın ifadesiyle otobüs gelip de Hastaneden tahliye yapılırken Geiger cihazı 3 milisieverti gösteriyor ve sürekli alarmlar çalıyordu.
Gerek duruşma süresince  tanıkların anlattıkları gerekse iddianameyi hazırlayan avukatların paylaştığı veriler Japonya’da nükleer felaketin suçlularının cezalandırılmasından öte dünya genelinde nükleer santrallerin bir kaza anında kontrolden çıkışla beraber tahliye sürecinin nasıl kaosa dönüşebileceğinin ispatı gibi. Dolayısıyla Japonya’da iddianamenin başarısı dünya genelinde nükleer santrallerin çok çeşitli riskleriyle yaşamak zorunda bırakılan ve bu risklere karşı direnen tüm kesimler için önemli adımlar atılması anlamına geliyor.

Pınar Demircan
(Kokuso,Yeşil Gazete)
* MOX(Mixed oxide fuel/işlenmiş plutonyum ve uranyumdan elde edilen) yakıtın  kullanıldığı reaktör

Şarbon vakasından Fukuşima’ya ‘insane’ oluş

Modern dünyanın imkanları uğruna birçok şeyi gözden çıkaran ve unutmayı tercih eden insanın hep daha fazlasını isterken insanlıktan çıktığını gösteren örnek pek çok. Türkçe karşılığıyla “duyusunu kaybetmiş, ruhsal rahatsızlık hali” anlamına gelen İngilizce “insane” kelimesi de insanın bugünkü versiyonunu temsilen bu başlıkta yer buldu. Zira bilimin dolayısıyla teknolojinin en ileri seviyelere ulaştığı yirmibirinci yüzyılda insan üretimi olan insanüstü fonksiyonlar gelişirken insanın kendi nitelikleri “insane” hale dönüşüp aşağılara inebilmekte.

Çok değil, daha bu ayın başında deniz ortasında demirleyen bir gemideki hasta hayvanlar kıyma makinasında öğütülerek denize salındı. Şarbon hastalığına yakalanmış hayvanları taşıyan Panama bandralı geminin yönetimi cezaya maruz kalmamak için hasta hayvanları açık denizde “kendince” yok etmeyi tercih etti. Geminin esaslı bir kontrolden geçirilmeyerek ülke karasularına sokulması kıyımın ilk adımını oluşturduğu gibi cezadan kaçınma çabası bunu izledi. Hayvanların vahşice öldürülmesi et endüstrisinin her gün yaptığı şey olarak kınanmaya ve lanetlenmeye açık olmakla birlikte kimse işini doğru yapmadığı için çarkları rahat dönen kapitalist sistem kurbanlarını seçti ve ezdi. Parça parça hastalıklı et ve kan ekosisteme karışarak şimdi denizde olduğu kadar biraz o balıklarda biraz da bizde.
Var olanı gözlerden uzakta yok eden “insane” zihniyetin göze hiç görünmeyeni yok sayması da zor değil. Japonya’da yedi yıl önce meydana gelerek bugün de devam etmekte olan Fukuşima Nükleer Santral Felaketi’nin kamuoyundan inkar mertebesinde gizlenmesi bu konudaki en uç örnekleri oluşturuyor: Kamuoyunun gündemindeki mesele ise Tokyo 2020 olimpiyat oyunları.
Bilim insanlarının tespitlerine göre etkisi yer yer yüzbinlerce yıl devam edecek olan radyoaktif kirliliğin ve çözümsüzlüklerin üstü hükümet eliyle düzenlenen olimpiyat oyunları ile örtülmeye çalışılmakta. Japonya genelinde yazılı ve görsel medyanın bu makyaja fırça olmasıyla kamuoyuna yönelik olarak nükleer felaketin yaşanmış bitmiş bir olay olduğu imajı yaratılmaya çalışılıyor. Hatta olimpiyat oyunlarından bazıları bu amaçla Fukuşima eyaleti sınırları içinde yapılacak ve muhtemelen nükleer santrale de ziyaretler düzenlenerek güzel fotoğraflar verilecek.
Nitekim 2016 yılının kasım ayında yani nükleer felaketin başlamasından beş yıl sonra üç reaktöründe çekirdek erimesi meydana gelmiş olan tesise Süper Bilim Kulübü üyesi ortaokul öğrencileri ebeveynlerinin izni alınarak bir gezi kapsamında götürüldü. Bu tarihe kadar santral çalışanları dışında ziyaretçiler ara sıra olsa da Eğitim, Kültür, Spor, Sağlık ve Teknoloji Bakanlığının girişimiyle organize edilen bu inceleme gezisi santral alanına ilk defa ortaokul öğrencilerinin de kabul edilebildiğinin ispatı oldu.
Fukuşima’nın yaraları kanamayı sürdürürken “insane” tarifine fazlasıyla uygun bir diğer örnek de nükleer felaket nedeniyle evlerinden tahliye edilen insanların tazminat haklarının geçen sene kesilmiş olmasıyla ilgili. Çünkü hükümetin her tür maliyetin altına girerek olimpiyat oyunlarına ev sahipliği yapma arzusu hız kesmedi. Yabancı ülkelerden misafirlerin radyoaktif kirli bölgeye rast gelme ihtimalinin üstüne bir de olimpiyat oyunlarının organizasyonu için harcanan milyon dolarların nükleer felaketin mağdurlarından esirgenmiş olması dikkat çekiyor.
Oysa bu bütçe olimpiyat hazırlıkları yerine radyoaktif kazanın ömür boyu mağdurlarına yaşanabilir koşullar sağlamak amacıyla kullanılabilirdi. Lakin bırakın mağdurlara destek olunmasını hükümet onları daha iyi kandırmanın yollarını aramakta. Bu nedenle bugün Fukuşima genelinde kurulu bulunan üç bin adet radyasyon ölçüm cihazından iki bin dört yüzünün kaldırılarak yalnızca altı yüzünün kullanımda bırakılması gündemde. Gerekçe ise bu cihazların sürekli bozulduğu için önlenemeyen bakım onarım maliyetleri… Zira hükümetin ve şirketin bir ağızdan bölgede radyasyonun kalmadığı yönünde açıklamalar yaparak yurttaşlarını ikna etme çalışmaları yalnızca gerçeklerin saklanmasının üzerine inşa edilebilir.
Bu yazı ilk olarak yeniyasamgazetesi.com/ da yayımlanmıştır. 

Nükleer santraller, Afrika güneşi ve su

Şüphesiz nükleer endüstri açısından son günlerin en önemli olayı, Güney Afrika’nın nükleer enerji planlarını rafa kaldırıp geleceğine rüzgar ve güneş yatırımlarıyla yön verme kararıydı. Zira 2030 yılına kadar dokuz bin altı yüz megavatlık nükleer enerji yatırımı planlayan Güney Afrika’da Cumhurbaşkanı Zuma’dan iktidarı devralan Cumhurbaşkanı Cyril Ramaphosa, nükleer enerji yatırım planlarını, pahalı olduğu gerekçesiyle rafa kaldırarak enerji üretimi için doğal gaz, güneş, rüzgar ve diğer enerji kaynaklarına başvurulacağını açıkladı.
Enerji Bakanı’nın açıklamaları arasında dikkat çeken diğer bir husus da, önceki iktidarın elektrik talebinin arttığı iddialarını yalanlayarak enerji ihtiyacının bilakis düştüğünün altını çizmesiydi. Oysa Zuma iktidarı süresince ülkenin elektrik enerjisi ihtiyacının olduğu söyleniyor, Rus lider Putin ile Rus nükleer gücü Rosatom namına gizli görüşmeler gerçekleştiriliyordu.
Cumhurbaşkanının değişmesiyle esen rüzgara göre enerji ihtiyacının bir kısmını yenilenebilir enerji yatırımlarıyla karşılamayı planlayan Güney Afrika’nın hesabı artık sekiz bin yüz megavat rüzgar, 5 bin 670 megavat güneş enerjisi yatırımlarını da içeriyor. Daha iyi anlaşılması için güneş ve rüzgar zengini Türkiye’de Enerji Bakanlığı verilerine göre, rüzgarda 6 bin 516 megavat, güneşte ise toplam enerji üretiminin yüzde birine denk gelen şekilde 2 bin 684 megavat üretim gerçekleştirildiği notunu düşelim.
Güney Afrika’da yaşanan bu değişim dünya genelindeki eğilimin bir yansıması olarak da düşünülebilir. Zira her yıl bir önceki senenin verileri üzerinde gerçekleştirilen araştırmalarla hazırlanan ve dün yayınlanan Dünya Nükleer Enerji Durum Raporu’na göre de, dünya genelinde nükleer enerjiden yenilenebilir enerjilerden rüzgar ve güneş alanına bir kayış var.
Nitekim raporda da yer verilen yeşil enerjiye yatırım yapan on dört ülkede yapılan en kapsamlı araştırmanın sonuçlarına göre, yüzde seksen ikisi yenilenebilir enerji kullanımının önemine inanıyor ve bu oran Çin’de yüzde doksan üç, Japonya’da ise yüzde yetmiş üçlerde. Araştırmada yer alan Japonya ve Çin’in aynı zamanda en çok nükleer santrale sahip ülkelerden oluşu ise hükümetlerin nükleer yatırım kararlarını alırken, kanun yapıcıları ve sivil toplumu dikkate almadığının bir kanıtı gibi. Zira raporda askeri güç ve demokrasi konusu ayrıca ele alınmış. Operasyon ömrü kırk yılını doldurduğu için bakım onarım masrafları, buna mukabil riskleri artan nükleer santrallerin kapatılması yerine ömürlerinin uzatıldığına da değinilmiş.
Güney Afrika’nın nükleer santral kararlarını rafa kaldırma gerekçesini dört milyon nüfuslu Cape Town şehrinin içinde bulunduğu su kriziyle bağ kurmamak ise mümkün değil. Zira Cape Town dünya genelinde susuz kalacak ilk büyük şehir olarak ve halkı bu sene nisan ayı itibariyle duşu iki dakikadan fazla kullanmaması, bahçe sulamaması, araba yıkamaması, havuzları doldurmaması yönünde uyarıldı.
Her ne kadar Güney Afrika verileri gelecek senenin Nükleer Enerji Durum Raporu’nda yer alacak olsa da su oburu nükleer santrallerin küresel ısınma çağında yeri olmadığı su götürmez bir gerçek. Nitekim aynı raporda atomik fizyon enerjiden daha fazla su kullanan bir başka enerji kaynağı olmadığı, Union of Concerned Scientists /Endişeli Bilim İnsanları Birliği’nin (UCS)’den David Lochbaum’un “Nükleer santralden enerji üretmek istiyorsak önce küresel ısınma sorununu çözmek zorundayız” sözleriyle de ortaya konmuş bulunuyor.
Bu yazı ilk olarak  yeniyasamgazetesi.com/ da yayımlanmıştır. 

2018 Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu önce “su”diyor!

Dünya genelinde nükleer santrallerin durumu, kaç nükleer santralin kurulmasının planlandığı veya kaçının devreden çıkarılacağı gibi konularda başvuru kaynağı olan ve her yıl yayımlanan Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu/World Nuclear Industry Status Report (WINSR)2018 yılı için de  dün Londra’da  düzenlenen bir basın toplantısının ardından kamuyuyla paylaşıldı.
Enerji Analisti Mycle Schneider ve ekibi tarafından bir önceki yılın verileri baz alınarak hazırlanan orjinaline şuradanulaşabileceğiniz raporda son üç yıldır olduğu gibi yenilenebilir enerji yatırımlarına doğru bir kayışın bulunduğu açık ara görülüyor. Raporda öncekilerden  farklı olan ise ilk kez  küresel ısınma gerçeği üzerinden “su” vurgusunun yapılmış olması.

2018 Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu’na göre bugün dünya genelinde otuz bir ülkede faaliyette olan reaktör sayısı toplam 413 ve bu toplamın yüzde yetmişini Amerika Birleşik devletleri (ABD), Fransa, Çin, Rusya, Fransa ve Güney Kore’deki reaktörler oluşturuyor. ABD ve Fransa’daki reaktörler de bu toplamın %47,5 a tekabül etmekte.
Grafik 1 : Yıl ve ülke bazında nükleer enerji üretimi
2017’de 19 reaktörün inşaatı planlanmışsa da rapora göre bunlardan yalnızca üçü inşaat  hazırlıklarına başlayabilmiş durumda. Bunların ortak noktaları ise Çin şirketi olmaları. Diğer taraftan 2018 yılının ilk yarısında iki reaktör inşası başlamış durumdayken 2017 yılında biri otuz üç yaşındaki  Gundremmingen B reaktörü, bir diğer Güney Kore’de kırk yaşındaki Kori 1 reaktörü ve  İsveç’te kırk altı yaşındaki Oskahamn 1 reaktörü olmak üzere üç reaktör devreden çıkarılmış bulunuyor.

Yaşlanan reaktörlerin ömrü uzatılıyor!

Rapor, reaktörlerin yaşlanmasına rağmen genel teamül olması gerektiği gibi, 40 yaşını dolduran reaktörlerin kapatılması şeklinde gerçekleşseydi bu sene 81 reaktörün, 2020 yılında ise 12 reaktör hariç tüm reaktörlerin ömürlerini tamamlamış olarak kapatılması söz konusu olacaktı. Zira  nükleer santraller çok yüksek ısı üreten teknolojiler olduklarından öngörülen ömürlerini doldurmaları da bu risklerinin artması demek. Dolayısıyla raporda da ifade edildiği üzere reaktörlerin 40 yaşlarını doldurmalarına rağmen kapatılmayarak siyasi iktidarlar tarafından ömürlerinin uzatılmasının askeri güç unsuru olmalarıyla ilgisi bulunuyor ve tabi bir de olmayan demokrasiyle .
Benzer şekilde maliyetli ve uzun inşaat sürelerine rağmen nükleer santral yatırımları gelişmiş ülkelerde olmasa dahi bu kez gelişmekte olan ülkelerde devam edilmesinin nedeni nükleer santrallerin güç unsuru olarak kullanılması. Oysa raporda da ifade edildiği üzere nihai kullanıcılara düşük karbon  salımı ile elektrik enerjisinin sağlanması bu enerjinin üretim maliyetinin düşük olduğu kadar verimli ve etkili olabileceğini de gösteriyor. Hatta nükleer enerjiden uzaklaşılması halinde  nükleer savaş gibi bir  riskin de ortadan kalkması  mümkün denebilir.

Çin faktörü !

Rapordaki verilerle söylersek bugün 15 ülkede 50 reaktör nükleer santral inşaat sürecinde bulunuyor ve bu rakam 2013 rakamlarına göre 18 reaktör aşağıda fakat 16’sı yalnızca Çin’de. Bugün inşa halindeki toplam reaktör sayısının toplam kapasitesi  48,5 Gigavat.

Reaktör inşaatlarının başlaması gecikiyor

Raporda 1970’ten 2018 yılının ortalarına kadar yirmi ülkede yürütülen toplam 94 reaktör inşaatın farklı aşamalarında  durdurulmuş olduğundan ve inşaat başlangıç tarihlerinin ertelenmiş olduğundan da bahsedilmiş. Bangladeş, Beyaz Rusya, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri  ise ilk defa nükleer santral inşaatına başlayan ülkeler. Birleşik Arap Emirliklerinde ilk reaktörün inşasına bir yıl gecikmeyle 2017 yılında başlanabilirken Beyaz Rusya’daki ilk nükleer reaktörün basınç kabının zemine düşüp deforme olması da yenilenmesini gerektirdiği için inşaatın bir yıl gecikmesine neden olmuş bulunuyor.
Öte yandan rapora göre Bangladeş ve Türkiye deki projelere de bu sene  birkaç ay önce başlandı ve  Türkiye’deki reaktörün inşasında da 2-3 yılık bir gecikme olduğuna değiniliyor. Hatta 2020’de elektrik üretimine başlanması hedeflenmiş olan Akkuyu için bir yıllık gecikmenin üstüne iki yıl da uzatmanın öngörülerek 2023 yılında elektrik üretimine başlanacağı bilgisi  de üretime başlaması geciken nükleer santral inşaatlarının akıbetine Türkiye’nin de uğradığının ispatı olarak not düşülmüş.

Türkiye’nin adı Akkuyu ile öne çıkıyor

Raporda, Türkiye ile ilgili olarak üç ayrı reaktör dizaynının bulunduğuna ve bunların  üç ayrı finansal kaynaktan beslenecek üç ayrı proje olduğuna da dikkat çekiliyor. Raporda, imzalanmış bir anlaşma olmasa da imzalı iki hükümetlerarası sözleşmeye ek olarak  Türkiye Hükümeti’nin Çin Hükümeti ile yaptığı  görüşmeler doğrultusunda İğneada’ya kurulması planlanan nükleer santralin de değerlendirmeye alındığı anlaşılıyor. Akkuyu Nükleer Santrali’nden bahis olunan kısımda ise ilk reaktörün inşaatı için  2018 yılında onay  verilmesi: Cengiz Holding, Kolin İnşaat Turizm Sanayi ve Ticaret  Kalyon İnşaat Sanayi ve ticaretin yüzde kırk dokuz ortaklığından çıktığı  haberleri  de yer almış.
Raporda son yıllarda yenilenebilir enerji alanında yapılan yatırımlardan da bahsedildiği üzere ve bu sene de güneş ve rüzgar enerjilerine yönelime ilişkin bir araştırmanın sonuçları da irdelenmiş bulunuyor. Bugüne kadar bu konudaki en kapsamlı araştırma denebilecek  şekilde yenilenebilir enerjiye geçen on dört  ülkede gerçekleştirilen araştırmanın sonuçlarına göre bu ülkelerin  yüzde seksen ikisi  yenilenebilir enerji kullanımının önemine inanıyor, rapordaki verilerle bu oran Çin’de yüzde doksan üçe, Japonya’da ise yüzde yetmiş üçe tekabül etmekte.
Raporda rüzgar ve güneş enerjisi yatırımlarının başarıları üzerine olumlu konuşmaktan genel olarak imtina eden Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı(IAEA)’nın “Güneş enerjisi düşük maliyteli yatırım aracı  olduğu üzere Hindistan ve Çin dahil dünyanın  bir çok ülkesinde güneşten elektirk enerjisi üretme eğiliminin arttığı anlaşılıyor”şeklindeki yorumu ise adeta güneş balçıkla sıvanmaz sözünün hakkını veriyor. Yenilenebilir enerjilerin maliyetleri düşerken bu alanda tecrübenin artması da  ilgiyi ağır ,hantal, merkezi idareli nükleer santrallerden uzaklaştırıyor.

Küresel ısınma şartlarında  önce “su” vurgusu!

Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu’nun bu sene üzerinde durduğu diğer bir yeni konu ise su meselesi. Zira rapor, tarım hasadı üzerinde olumsuz etki yapmakta olan küresel ısınma çağında temiz su ve gıdaya erişimin güç olduğu bir dönemde nükleer gücün ihtiyaç duyduğu milyar litrelerce suyu israf olarak niteliyor. Buna göre Atomik fizyon enerjiden daha fazla su kullanan bir başka enerji kaynağı daha yoktur ve Fransa’da kabaca elektriğin dörtte üçü nükleer santraller tarafından üretilirken tatlı suyunun yüzde elli biri ve yağmur suyunun yüzde onu termal santraller tarafından emilmektedir.
Türkçe karşılığı “Endişeli Bilim  İnsanları Birliği” olan Union of Concerned Scientists’e ait  Nükleer Güvenlik Projesinde “Nükleer güç ve su” üzerine  bilgi paylaşan David Lochbaum“nükleer santralden enerji üretmek istiyorsak önce küresel ısınma sorunu çözmek zorundayız” değerlendirmesine de yer veren raporda küresel ısınma problemi olan bir dünyada nükleer santralin yerinin olmadığı su götürmez bir gerçek olduğu ortaya konmuş. 1 Agustos 2018 tarihi itibariyle Finlandiya, Fransa, Almanya,İsveç ve İsviçre’de nükleer santrallere operasyonel sınırlılık getirilmesi ile de sonuçlandığı üzere  reaktörler için kullanılan soğutma suyunu sağlayan göl veya nehir kaynağındaki su seviyelerinde meydana gelen azalmaların küresel ısınma çağında  nükleer santrallerin risklerini de arttırdığının altı çizilmiş.

Haber: Pınar Demircan
(Yeşil Gazete)

[COP 28] Nükleer enerjinin COP kararına girmesinin arka planı

  Küresel ısınmanın önlenmesi için ilki 1995 yılında gerçekleştirilen  COP  toplantılarının 28’incisine fosil yakıtlardan çıkışa dair somut ...