30 Eylül 2019 Pazartesi

2019 Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu’nu Yeşil Gazete okurları için değerlendirdik.
Dünya genelinde nükleer santrallerin durumu, kaç nükleer santralin kurulmasının planlandığı veya kaçının devreden çıkarılacağı gibi konularda güncel bilgi kaynağı olması amacıyla her yıl paylaşılan 2019 Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu/World Nuclear Industry Status Report (WNISR) bu hafta yayımlandı.


Enerji Analisti Mycle Schneider ve ekibi tarafından hazırlanan ve orjinaline şuradan ulaşabileceğiniz raporu her yıl olduğu gibi siz Yeşil Gazete okurları için değerlendirdik. Bu seneki rapor, acil çözüm gerektiren iklim krizi koşullarında zamanın daraldığına vurgu yaparken nükleer enerjinin bu koşullarda çözüm olup olamayacağına yanıt arıyor ve cevabını da net bir şekilde rakamsal olarak veriyor.
İlk olarak küresel manada iklim krizinin etkilerinin hissedildiği bir dönemde, nükleer endüstri tarafından nükleer enerjinin karbon salmayan enerji olduğu gerekçesiyle yaygınlaştırılma çabalarına karşılık yükselen eleştirileri dikkate alarak rapora ilk kez İklim Değişikliği ve Nükleer Enerji bölümünün eklenmiş olduğunu belirtelim. Bu kısımda dünya genelinde üretilen elektriğin %10’unu sağlayan nükleer enerji ile yenilenebilir enerji kaynakları (güneş ve rüzgar enerjisi) üzerinden yatırım, kapasite, üretim miktarlarına ilişkin somut verilerin baz alındığı bir karşılaştırma yapılmış. Rapordaki bir diğer bölüm ise Japonya’da meydana gelen ve etkileri bugün de süren nükleer felaket bağlamında yaşanan gelişmelerin irdelendiği Fukuşima Durum Raporu. Nükleer enerjiyi terk etme kararını aldığını duyuran ülkelerin süreçlerine dair bilgiler de Nükleerden Çıkış Raporu adlı ayrı bir bölüm içinde değerlendirilmiş. Dünya genelinde 31 ülkede aktif durumdaki reaktörlere ilişkin detaylı bilgi sunan rapor, nükleer enerjiye yatırım yapan ülkelere de yer veriyor. Bu kapsamda Türkiye’nin nükleer enerji planları da, tüm süreciyle kronolojik olarak ele alınıyor. Akkuyu Nükleer Güç Santrali(NGS) Projesi için raporun esas aldığı dönem olan 2019’da reaktör temelinin inşaatında meydana gelen çatlaklardan bahseden raporda, ilk çatlakların Nisan 2018’de meydana geldiğine değinilmesi mevzunun yalnızca Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) ve Akkuyu NGS tarafından yok sayılmış olduğunu gösteriyor.
Raporda Türkiye’de hükümetin yazılı anlaşma yapmış olduğu Sinop Nükleer Santral Projesi ise Japonya tarafının projeden çekilmesiyle “iptal edilmiş” olarak belirtilmiş. Son dönemde yalnızca Türkiye’de Sputnik haberinde görmüş olduğumuz Rusya‘nın Sinop projesine ilgi duyduğuna yönelik bir açıklamaya ise yer verilmemiş. Raporda Türkiye’de kamuoyuna sözlü olarak deklare edilmiş olan İğneada‘ya nükleer santral projesinin reaktörlerin yapımına talip olan Westinghouse firmasının finansal kriz içinde oluşu nedeniyle Çin hükümeti tarafından gerçekleştirilemeyeceğine de işaret ediliyor.
İnşaat süreci içinde, yeni üretime başlayan, operasyonda olan ve nükleer enerjiden çıkış kararı alan ülkelerin planlarına istinaden somut veriler sunan rapora göre 2019’un ilk yarısında ikisi Çin’de biri Rusya‘da diğeri Güney Kore‘de olmak üzere dört reaktörün çalışmaya başladığını, ABD‘de ise bir reaktörün devreden çıkarıldığını görüyoruz. Dünya genelinde nükleer enerjinin  elektrik üretimindeki payının 1996’da %17,46 olmasına rağmen 2018’de %10,15’e düştüğü, bununla birlikte nükleer enerjinin küresel ticari enerji tüketimindeki payının ise 2014’ten bugüne yüzde 4,4 civarında sabitlendiği hatırlatılmış.

Grafik 11
Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu’nda bu yıl İklim Değişikliği ve Nükleer Enerji adı altında ele alınan bölüm, hızla derinleşen iklim krizi problemine nükleer enerjinin etkin bir çözüm sunmaktan uzak olduğunu teslim ediyor. Daha açık ifade etmek gerekirse rapor, nükleer enerjinin karbonsuz enerji olarak karbon emisyonlarının azaltılmasını sağlama ihtimalinin ekonomik, endüstriyel durum ve devamlılık açısından analiz edildiğinde, pahalı ve hantal bir yatırım olduğu, bu nedenle de soruna hızlı yanıt üretme potansiyelinin bulunmadığını ortaya koyuyor. Ayrıca rapor diğer elektrik üretim teknolojilerinin düşük karbonlu olduğu gibi daha düşük maliyetli olduğu için  tercih edildiğini, bu durumun da fiyatları daha da düşüreceğini söylüyor. Misal güneş foto voltaiklerinin sistem maliyetlerinde 10 yıl içinde %88’lik düşme meydana gelmişken nükleer santralden üretilen elektriğin fiyatında %23’lük artış sözkonusu olmuş.
Rapor bugün devrede olan nükleer santrallerin enerji verimliliği açısından yenilenebilir enerji karşısında geriye düşmüş olduğunun da altını çiziyor. Bunda en büyük nedenin olarak nükleer enerjinin hızlı çözüm üretememesi gösterilirken, ilaveten merkezi niteliği dolayısıyla enerji transferinde yaşanan zorluklarına değinilmiş. Ayrıca sadece teknik yönüyle bile verimlilik sağlayamayan nükleer enerjinin aşırı su kullanımı gerektirdiğine, olağandışı hava şartlarının nükleer santrallerde kazalara yol açma ihtimalinin bulunduğuna ve sel gibi afetlerin de ötesinde deniz seviyesindeki yükselmelerin suyun tesisin içine girmesiyle riskleri büyüteceğine dikkat çekiliyor. Gerek reaktörlerin gerekse nükleer atıkların sular altında kalarak ekosisteme karışma riski dolayısıyla nükleer enerjinin iklim değişikliği şartlarında değil çözüm, yeni problemlerin nedeni olabileceği bizim de her zaman vurguladığımız gibi açıkça ifade edilmiş.
Diğer karbonsuz enerji kaynaklarına bakıldığında ise, aşağıdaki tablo milenyumun başı olarak tabir edilen 2000’ler itibariyle rüzgar enerjisinin 547 Gigavat(GW) ve güneş enerjisinin 487 GW’lık kapasite artışı sağlayarak bu süre zarfında 41 GW’lık kapasite artışı olan nükleer enerjiye göre ne denli hızlı geliştiğini gösteriyor. 2018’de 26 GW’lık nükleer enerji kapasitesinin devreden çıkarılmış olduğu da hatırda tutulursa, kapasite artışının yalnızca %15 olarak okunması da mümkün. Raporda, bugün dünya genelinde üretilen elektriğin %10’unu sağlayan ve nükleer enerjiden elektrik üretiminin yerini fosil yakıtlara bırakmasının küresel karbon emisyonlarında %4’lük bir artışa tekabül ettiği tespiti de yapılıyor.

Grafik 41
Nükleere göre güneş ve rüzgar enerjisinin daha çok karbon tasarrufu sağladığı ise bu tespitin diğer yüzü gibi. Zira her ne kadar 1970-1980 arasında bazı ülkelerde (Belçika, Fransa, ABD ve İsveç) nükleer enerjide bir rönesans yaşanmışsa da yenilenebilir enerjilerin (güneş ve rüzgar enerjisinin kurulumunun) nükleer enerji kurulumuna göre bazı ülkelerde (özellikle Çin,Almanya, Hindistan, İspanya, Birleşik Krallık ve İskoçya’da ) daha hızlı geliştiği belirtilmiş. Nitekim 2019 ortaları itibariyle ABD’de 19 reaktör, Almanya’da 5 reaktör ve Japonya’da ise 1 reaktör devreden çıkarılmış bulunuyor.
Raporda iklim değişikliğini durdurmak ivedilik gerektirirken nükleer enerjinin yavaşlığına da vurgu yapılmış. Ne teknik ne operasyonel ihtiyacı karşılayan nükleer enerjinin karbonsuz rakipleri arasında pahalı ve yavaş olması nedeniyle acil çözüm gerektiren iklim krizi karşısında onu sıralamanın sonuna yerleştiriyor. Kullanılması halinde ise yüksek maliyetlerin karşılanması zaman ve kaynak aktarımı gerektireceğinden raporda nükleer enerjinin açıkça yenilenebilir enerji yatırımlarına köstek olmasından bahsediliyor.
Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu, ülkeler bazında reaktörlerin yaşlanma ve ömrünün azalması konularında da kıymetli veriler sunuyor, zira reaktörlerin yaşlanması bakım onarım ihtiyacının artması ve bu ihtiyaçların karşılanmaması halinde kaza risklerinin artması demek. Dünya genelinde reaktörlerin 1970-1980 arası yoğun kurulumu göz önüne alınırsa bugüne dek operasyonda olanlar epey yaşlı. Nitekim rapora göre Çin’de yeni yapılan reaktörlerin dışında halihazırda operasyonda olanlar üzerinden yapılan değerlendirmeye göre 2019 yılında 417 reaktörün dörtte üçüne tekabül eden 272’si 31 yaşını geçerken 80’i 41 yaşın üstünde bulunuyor .

Grafik 15
Bugün halihazırda 16 ülkede 44,6 GW kapasiteye denk gelen nükleer santral inşaatı sözkonusu. Bunlardan biri Birleşik Krallık’taki Hinkley Point C projesi. Bu gruba 1 Temmuz 2019 itibarıyla 10’u Çin’de olmak üzere toplam 46 reaktör daha katılmış bulunuyor. Reaktör inşaatı başlayalı ortalama 6,7 yıl geçti ve tamamlanmaları için daha yıllar var. Rapora göre tüm bu inşa halindeki reaktörlerin 27’sinin proje planlarında değişiklikler yapılmış. Örneğin Slovakya‘da Mochovce‑3 ve 4, 34 yıldır inşaat halinde ve en son devreye alınması 2020-2021’e ötelenmiş .
Rusya’daki Akademik Lomonosov 1 ve 2 adlı yüzen reaktörler ile Hindistan‘da Hızlı üretken reaktör, Finlandiya‘daki Olkiluoto-3, Japonya‘daki Shimane 3 nihayet Fransa’daki Flamanville 3 adındaki toplam altı reaktörün de 10 yıldan fazla süredir inşaat halinde olduğu paylaşılmış. Rapora göre inşaatı devam eden diğer bazı reaktörler ise Bangladeş, Beyaz Rusya, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri‘nde bulunuyor. Birleşik Arap Emirlikleri’nde ilk reaktörün devreye alınması şimdiden üç yıl gecikmiş durumda. Yine Beyaz Rusya’daki reaktörler, inşaatı planının en az bir sene gerisinde. Türkiye ile ilgili bir gecikmeden bahsedilmediği için bu konudaki açıklamayı biz yapalım: Esasen Türkiye’de bugün 2023 ‘te faaliyete geçeceği açıklanan ilk reaktör için elektrik üretimine başlanacak ilk tarih olarak 2019 olarak verilmişti. Yani Türkiye’deki reaktörün proje sürecinde de en az üç senelik bir gecikme meydana gelmiş durumda.

Grafik 8
Raporda bahsi geçen diğer bir erteleme süreci de Polonya’daki nükleer santral projesine ilişkin: Bir kez daha erteleme neticesinde inşa edilen reaktörden elektrik üretiminin 2033’e sarkacağı belirtiliyor. Mısır‘da yer lisansının alınmış olduğu fakat 2026-2027’den önce elektrik üretimine başlanamayacağına değinildiği gibi Ürdün ve Endonezya‘nın büyük kapasiteli yatımlardan vazgeçip küçük modüler reaktör sahibi olmayı planladığı da kayıtlar arasında. Kazakistan‘da yıllarca süren tartışmaların üzerine Enerji Bakanlığı’ndan nükleer santral kurma yönünde somut bir kararın çıkmadığı belirtilen raporda, Suudi Arabistan‘ın nükleer santral kurma işini ağırdan almak istediği, ayrıca Tayland‘ın Çin’de bir reaktör edinebileceği ve Vietnam‘ın nükleer santral planlarını rafa kaldırdığı bilgileri de veriliyor. Tüm bu veriler  nükleer enerji yatırımlarının nasıl bir düşüşte olduğunu ortaya koyuyor.
Özellikle son üç yıldır olduğu gibi yenilenebilir enerji yatırımlarına doğru bir kayışın bulunduğunu verilerle ortaya koyan Dünya Nükleer Enerji Durum Raporu, bu yıl tespitlerini daha genişletmiş. Buna göre 2018 yılında nükleer enerji kullanan ülkelerden 10’u yenilenebilir enerji ile daha fazla elektrik üretmiş. Agresif bir nükleer enerji yatırımı yapan Çin’in dahi tek başına rüzgar enerjisinden elde ettiği elektriğin, nükleer santralden elde ettiği miktarı geçtiği belirtiliyor. Yine nükleer enerji sahibi olan ve bu alanda yeni yatırımlar da yapan Hindistan’ın ise sadece rüzgardan da değil güneş enerjisinden elde ettiği elektrik miktarının nükleeri geçtiği açıklanmış. Hatta bu verilere göre güneş enerjisi, kömür karşısında bile rekabetçi bir pozisyonda. Bu durum Avrupa Birliği ülkelerinde de farklı değil, zira rapor yenilenebilir enerjinin geçen senenin elektrik üretiminin %95’ini karşıladığını gösteriyor.
Yenilenebilir enerjilerin karbonsuz olduğu kadar ucuz ve hızlı çözüm üretme potansiyelini ortaya koyan rapora göre nükleer enerjinin yerini yenilenebilir enerjinin almasını kaçınılmaz. Dünya çapında elektrik gridine alınan yenilenebilir enerjinin 2018 yılı içinde bir önceki seneye göre 8 Gw daha artarak 165 GW’a çıktığı belirtiliyor. Buna mukabil nükleer enerjide ise 9GW’lık artış meydana gelerek toplam kapasite rekor düzeyde 370GW’a ulaşmış bulunuyor.

Grafik 43
Rapora göre, Dünya genelinde rüzgardan elde edilen elektrik miktarı 2018’de bir önceki seneye göre %29 artış göstermiş. Onu %13 artışla  güneş enerjisi izlemiş. Nükleerden elde edilen elektrik miktarında ise bu süre zarfında %2,4’lük bir artış meydana gelmiş. Yenilenebilir enerji üretimindeki bu artışın düşen maliyetlerle ilgisi var görünüyor, zira güneş enerjisinden üretim maliyetleri 2018’de %88, rüzgar enerjisinden elektrik üretim maliyetleri ise %69 düşmüş bulunuyor. Buna mukabil nükleer enerjiden üretim maliyetleri ise %23 artmış.  Raporda yenilenebilir enerjilerin üretim maliyetlerinin kömür ve doğalgazdaki üretim maliyetlerinin dahi altına düştüğü belirtiliyor.
Özetle bu seneki rapor yenilenebilir enerjiden elektrik üretiminin yeni kurulan nükleer santrallere göre daha ucuz olduğu gibi kömürden elektrik üretimine göre bile daha rekabetçi olduğunu, üretim miktarı açısından da hem nükleeri hem de kömürü geçtiğini söylüyor. Küresel manada bugün kömürden elde edilen elektrik üretiminin nükleerden elde edilen elektriğin 4 katı olduğu ve toplam üretimin %38’ine denk geldiği göz önüne alınırsa, rapor açıkça yenilenebilir enerjilerin düşen maliyetleriyle avantajlı konuma yükselerek sadece nükleerin değil kömürün dahi yerini hızla alacağına işaret ediyor.
Raporun okumasını, Türkiye’de Makine Mühendisleri Odası(MMO) tarafından bu yıl Haziran ayında paylaşılan Enerji Görünümü Raporu’ndan verilerle tamamlayacak olursak: Türkiye’de Nisan 2019  itibariyle kurulu güç 89 680 Megavat( MW) olup bunun yalnızca %13,6’sı yenilenebilir enerji (güneş ve rüzgar) kaynaklarıyla sağlanmakta olup fosil yakıt (kömür, doğalgaz, petrol) endüstrilerinin kurulu gücün oluşturulmasındaki payı %53’tür. Dolayısıyla yıl içinde elektrik üretiminde fosil yakıtların payı %77,7 ancak yenilenebilir enerjinin payı (güneş ve rüzgar) %10 civarındadır. Oysa ülkemizde güneş enerjisi kapasitesi 185 000 MW ve rüzgar enerjisi kapasitesi ise 48 000 MW’tır. Bununla beraber toplam kurulu güce oranla, örneğin 2018 yılı içinde tüketilen enerjinin kurulu gücün yarısı kadar olduğunu bu noktada belirtmek şart. Gerek WNISR 2019 gerekse MMO raporuyla çıkan tablo birlikte düşünüldüğünde denebilir ki  Türkiye yenilenebilir enerji  kaynaklarını dünyanın önem verdiği yönde kullanmadığı gibi esasen enerji fazlası olan bir ülkedir ve atıl enerji kapasitesine rağmen nükleer ve kömür gibi  kirleticilere halen yatırım yapmaktadır.

(Yeşil Gazete )

Çıplak hayatlar 2

Yontma taş devri, cilalı taş devri, tunç devri… Hisse devri! İnsanın dünya üzerindeki varlığını bir taşı oyarak kanıtlamasıyla başlayan sürecin vardığı nokta. Madalyonun bir yüzünde dünyaya yön veren şirketlerin hisselerinin ağırlığı, diğer yüzünde insanın bu dünyadaki yaşama dair hisselerini bir başka zamana devrettiği gerçeği…
Şirketlerin iktidara ortak olduğu bir dönemi, sahiplerine konuşma ve işlerine köstek olanları susturma erki bağışlayan hisseleriyle tanımlamak yanlış olmasa gerek. Bu bağlamda bir kez daha umarsızca öldürülebilen fakat kurban edilemeyen kitleler üzerinden kendini var eden egemenin otoritesini şirketlerle paylaştığına dikkat çekmeyi amaçlayacağım. İlk yazıda Rusya Devleti’ne ait olan Rosatom’u değerlendirmiştik. Bu yazıda ise Fukuşima Nükleer Felaketi’nin müsebbibi özel işletme Tokyo Elektrik Şirketi (TEPCO) ile Japon hükümetinin marifetlerini (!) ele alacağım. Zira gerek Rosatom gerekse TEPCO yasal ve idari imkanlarla kurulmuş olan neoliberal imparatorluk açısından tatminkar olduğu kadar da vaatkar sayılan hükümetlerin paydaşından yana sınırları aşındırmasına iki mühim örnek.
Nükleer felaketler insanın beş duyusuyla değil ancakölçüm cihazlarının yardımıyla etki düzeyi tespit edilebilen bir tehlike ve risklere haiz olması bakımından siyasi iktidarın izin verdiği ölçüde korunmaya elvermesi nedeniyle yaşamın kontrolünün ne denli siyasi iktidarların elinde olduğunu net şekilde ortaya koyar. Nükleer risklerle tehlikeler zaman ve uzam üzerindeki hareketliliklerinden kaynaklanan şekilde etki ve şiddeti ölçüsünde mağdurlar açısından bitmeyecek bir kavganın fitilini ateşler. Ne var ki, en çok bu kavganın denge unsuru olması gereken yargının niteliğini yitirmesiyle toplumsal üşüme başlar. Nitekim Japonya’da 8,5 yıl önce meydana gelen 9 büyüklüğündeki deprem ve peşi sıra oluşan tsunaminin tetiklemesiyle üç reaktörde hasıl olan tam erime dolayısıyla  yaşananlar kralın çıplaklığından ziyade toplumsal boyuttaki “çıplak hayatlar”a işaret etmektedir.

Fukuşima Nükleer Felaketi nedeniyle evlerini, yaşam alanlarını bir anda dönmemecesine terk eden, buna rağmen zararları tazmin edilmeyen insanların haklarını aramak için bir araya gelerek Hidanren adı altında açtığı davaların kaybedildiği 19 Eylül 2019 günü bu açıdan tarihe not düşüldü. Zira şiddetli bir depremin 8,5 yıl önceki yükseklikte bir tsunami oluşturacağı için tsunami duvarının yükseltilmesi gerektiği fakat maliyetli olacağı için vazgeçildiği kabul edilmişti. Ancak 5700 mağdurun zararlarının tazmininin yanı sıra Nükleer Felaketin meydana gelmesini önleme potansiyellerini kullanmamış olmaları nedeniyle Tokyo Elektrik Şirketi (TEPCO) yetkililerine karşı profesyonel ihmalkarlık gösterdikleri gerekçesiyle açılmış olan davalar beraatle sonuçlandı. 
Hidanren davaları sivil toplumun bir nükleer felaket halinde neoliberal sistem içindeki hak arayışının imkansızlıklar içinde neredeyse yaratıcılık gerektirdiğini göstermesi açısından önemli. Nitekim yaşanan herhangi bir mağduriyetin nükleer felaket kaynaklı olduğunun ispatlanması son derece zorken, yargılanan TEPCO yöneticilerinin nükleer felaket başladıktan sonraki tahliyeler esnasında yaşamını yitiren 44 kişinin katili olduğu saptaması bana göre tarihi bir atılım niteliğinde çok zihin açıcı  bir tespitti..
Bugünden geçmişe doğru bakınca nükleer felaketin başlamasına çanak tutan olaylarla sonrasında yaşananların Fukuşima Daiichi Nükleer Santrali’nin yöneticilerinin davadan beraat etmesinden kopuk olmadığı aşikar. Diğer bir deyişle nükleer süreçlerin düzgün denetlenebilmesine olanak tanıyan bir yapı ve zihniyet olsaydı  ya da nükleer felaket halinde tahliye edilmesi gereken 20- 30 kilometre yarıçaplı alandaki bölge sakinleri tahliye edilseydi mahkemede pekala doğal ve adil bir yargılama ihtimalinden bahsedilebilirdi. Nükleer güç söz konusu olduğunda şirketle toplumu koruması gereken devletin şirketle arasındaki ilişki bu kadar geçirgen olmasaydı, insanlar izleyen süreçte evlerine dönmeye ve radyoakif bölgede yaşamak zorunda bırakılmayabilirdi… Özetle demek istediğim nükleer felaketin kendine de radyoaktif olduğu ve neoliberal sistemin açmazlarıyla sistemik sorunlarını bir röntgen cihazı timsali net bir şekilde gösterebildiğidir.
Maalesef Fukuşima Nükleer Santral Tesisi’nde silolarda depolanan radyoaktif suyun denize boşaltılmak istenmesi de bu örneklere uzak değil. Fukuşima Daaiichi Nükleer Santarali’nin üç reaktöründe meydana gelen tam erimenin her gün yüzlerce ton suyla soğutulmayı gerektirmesi, bu suyun dünya kamuoyunun gözü önünde denize boşaltılamaması ve silolarda depolanmasıyla nihayetlenmekte. Hatta soğutma suyuna ek olarak her gün dağlardan akıp gelen 100 ton suyun da reaktör binasının  içine girmesi nedeniyle bu miktar hızla artmakta. Her ne kadar  buzdan duvar projesiyle 400 milyon dolar harcanarak su miktarı 500 ton’dan 300 ton’a düşürülmüşse de radyoaktif suyun depolanmasına devam edilmek zorunda. Ne var ki silolarda biriktirilerek toplam miktarı 1 milyon 200 tona ulaşan radyoaktif su, ilave silo konacak yer kalmadığı ve depolama çok maliyetli olduğu için denize boşaltılmak isteniyor. Esasen yetkililer iki yıldır silo konacak yer kalmadığı için radyoaktif suyu denize boşaltmak amacıyla yasa gereği balıkçılardan alması gereken izni almaya uğraşıyordu.
Balıkçıların ve sivil toplum örgütlerinin engellemesi sayesinde eko yıkımın önüne geçildigi anlaşılıyor ki bugün mesele dünya kamuoyuna mal olmuş bulunuyor. Zira  bugüne dek radyoaktif suyun içinde yalnızca trityum radyoaktif izotopunun olması bile yeterince sorun teşkil ederken TEPCO’ya ait raporlarda ALPS arıtma sisteminin düzgün çalışmadığı, dolayısıyla etki süresi onlarca yıla uzanan kanser ve türevi hastalıklara yol açabilecek başka izotopların olduğu öğrenilmiş durumda. Şüphesiz biriktirilen radyoaktif suyun denize boşaltılma ihtimali komsu ulkeleri de ilgilendirmekte.  Japonya ile yakın coğrafyayı paylaşan Güney Kore açısından huzursuzluk yaratan bu açıklamaların karşılığı Tokyo 2020 Olimpiyat Oyunları’na katılacak olan G.Kore ekibinin kendi yiyeceklerini beraberlerinde götürme kararı alması oldu. Diğer taraftan G.Kore’nin Tokyo’da yapılacak radyoaktif Olimpiyat Oyunlarından tümüyle çıkması daha iyi bir cevap da olabilirdi.
Fukuşima bölgesinde ancak acil durum koşullarında geçerli olabilecek şekilde radyasyon sınır dozları standart değerlerin 20 kat üstünde tutulması olağanlaşmıştır.. Tazminatlarının kesilmesi için evlerinde yaşamak üzere geri çağrılanlar ise dönmeleri halinde bugünden yarına bir başka nükleer felaket olmadıkça evlerinden tekrar ayrılacak değil. Yani binlerce kişi hükümetin yeniden yerleşimi salık verdiği yerlere ömürlük hayatlarını geçirmek için dönecek… 1 yılda 20 milisievert radyasyon alınmasıyla 10 yılın sonunda alınan radyasyon dozu kümülatif manada 200 milisievert olacak. Nükleer santralde çalışan işçiler için sınır dozu ve çalışmayı bırakma sınırı 5 yıl için 100 milisievertken evlerine dönen yetişkinler en az 10 yılda bu dozdan fazlasını alıyor olacak. Çocuklar ise -özellikle kız çocuklarının aynı doz radyasyondan yetişkinlere göre iki kat daha fazla etkilendiğini  göz önüne alırsak- sağlıklı bir yaşam istemese yeridir.
Başa dönersek, kapitalist sistemin neoliberal ilişkilerle yeniden form tuttuğu, tüm köşeleri kaptığı sistemde adil yargıya dair bir beklenti içinde olmak iyice anlaşılmıştır ki abesle iştigal! Yalnızca gelişmekte olan ülkelerde de değil artık dünya genelinde bir neoliberal imparatorluktan ve onun hisseleri uğruna soyduğu hayatlardan bahsedebiliriz. İşte bu nedenle “iklimi değil sistemi değiştirelim” dediğimiz gibi gerek nükleer politikayı üreten sistemle gerekse çatı örgütleriyle küresel olarak, farklı ülkelerde benzer sesleri çıkarmak ve seslerimizi birbirine katmak suretiyle mücadele etmeli.
(Yeşil Gazete)
(Sivil Sayfalar’da da yayımlanmıştır.)

Fukuşima Nükleer Felaketi’nin davalıları yargı nezdinde suçsuz bulundu!

Tokyo Elektrik Şirketi’nin üç üst düzey yetkilisi, görevlerini ihmal ederek Fukuşima Nükleer Felaketini meydana getiren olaylara neden oldukları için “profesyonel ihmalkarlıkla”yargılandığı davalardan beraat etti.
Soldan sağa: Tsunehisa Katsumata,Ichiro  Takekuro ve  Sakae Muto
Japonya’da deprem ve tsunaminin bir nükleer felaketi tetikleyeceğini öngöremedikleri için 2015’den bu yana HIDANREN adı verilen davalarda hapis istemiyle yargılanan Tokyo Elektrik Şirketi’nin eski başkanı Tsunehisa Katsumata ile başkan yardımcıları Sakae Muto ile Ichiro Takekuro, beraat etti2011’de Tokyo’daki deprem ve tsunaminin ardından Fukuşima Nükleer Santrali‘nde meydana gelen felaketin mağduru binlerce kişi tarafından açılan dava silsilesinin başında kamuoyundan açıkça özür dilemiş olan şirket yetkilileri, tsunami olasılığını öngörmelerine rağmen risklere karşı önlem almamakla suçlanıyordu .
Hidanren davaları silsilesinde tüm ölümlerin deprem ve tsunami kaynaklı gösterilerek nükleer felaketten hiç kimsenin ölmediği iddialarına karşı sivil toplum adına davacı tarafın avukatları, sadece nükleer felaketten dolayı 44 kişinin nükleer felaket başladıktan sonra hayatını yitirmiş olduğunu geçen sene görülen ve yerinden takip ettiğimiz davayla ispatlamıştı. Davalı taraf ise sözkonusu ölümlerin görevi ihmal suçu kapsamında düşünülmemesi gerektiğini, nükleer felaketin öngörülemeyeceği şeklinde savunma yaptı.
Greenpeace tepkili
Davanın görüldüğü mahkeme salonunun dışında kararı protesto edenler, öfkelerini “Bu sonucu kabul etmiyoruz!” diyerek gösterirken, Greenpeace Japonya, Japonya’nın yargı sisteminin Fukuşima Nükleer Felaketin mağduru on binlerce insanın haklarını korumaktan uzak olduğunu açıkladı.
Dövizlerde yazan: “Hepsi suçsuz!kararı  Yanlış karardır”
Greenpeace Almanya‘dan kıdemli nükleer uzman Shaun Burnie ise aksi bir kararın Japon nükleer endüstrisi ile birlikte hareket ederek nükleer yanlısı politika izleyen Abe Hükümeti açısından felaket anlamı taşıyacağını şu sözlerle ifade etti : “Maalesef mahkemenin böyle bir karar vermiş olması sürpriz olmadı zira, 8,5 yıl önce başlayan nükleer felakette almış olmaları gerekn önlemleri almadıkları için felaketin sorumluları olanlar hala kendilerini korumakla meşgul “.
Fukuşima Nükleer Santrali 8,5 yıl önce meydana gelen deprem ve tsunaminin tetiklemesiyle 6 reaktörün üçünde oluşan tam erime radyoaktif bir felaketin yaşanmaya başlamasına neden olmuştu. 9 Şiddetindeki deprem ve peşi sıra  oluşan 14 metre yüksekliğindeki tsunami dalgaları nükleer tesiste elektrik kaynağının durmasına yol açarken reaktörlerin  soğutulmasını imkansızlaştırmıştı.
Davacılar, TEPCO yöneticileri olan Katsumata, Muto ve Takekuro’nun riskleri bilmelerine rağmen alınması gereken önlemleri almamış/aldırmamış  olmakla suçluyordu. Zira TEPCO yöneticilerine nükleer felaketin öncesinde 10 metre yüksekliğinde tsunami dalgalarının nükleer tesisi tehdit edebileceği öngörülmüş ve bu riske karşı önlem alınmazsa felaket olacağı yönünde bir uyarı yapılmıştı.  Dava sürecinde, 2002 yılında TEPCO tarafından yapılan iç denetimlerde 8,3 şiddetindeki bir depremin 15,7 metre yüksekliğinde tsunami dalgası oluşturabileceği yönünde bir raporun da bulunduğu ortaya çıktı.
Deprem, tsunami ve nükleer felaket 20 bin kişinin yaşamını yitirmesine ve nükleer tesis bölgesinde yaşayan ve bugün bir çoğu hala dönmemiş olan yüz binlerce kişinin resmi ve resmi olmayan tahliyelerle evlerini terk etmesiyle sonuçlandı.  TEPCO şirketinin açıklamalarına göre tam erimenin meydan geldiği üç reaktörde ergimiş yakıtların reaktörden çıkarılması ve ardından bu reaktörlerin sökümü 40 yıl alacak. Ancak çoğu uzman bu sürenin çok daha uzun olacağına dikkat çekiyor.
Reaktörlerde yapılacak bu işlemlerin maliyet boyutunun ise radyoaktif kirliliğinin mağdurlarına ödenen tazminatlarla beraber 200 milyar doları bulacağı ifade ediliyor. Bunlara ilaveten nükleer santral tesisinde biriktirilerek miktarı 1 milyon 200 tona ulaşan ve balıkçılık açısından büyük tehlike oluşturan radyoaktif suyun ve diğer radyoaktif temizlik süreçlerinin riskleriyle maliyetleri de söz konusu.
TEPCO yöneticilerinin tanımlanan bilinen risklere karşı almaları gereken önlemleri almamaları nedeniyle görevi ihmalden suçlandıkları davaların açılması  iki defa delil yetersizliğinden düşürülmüş, sivil toplum tarafından davalıların hüküm giymesi için 2015 yılında dava yeniden açılmıştı.
Davacı sivil toplum adına 5700 mağdurun avukatlığını üstlenmiş olan Avukat Hiroyuki Kawai kaybeden taraf temyize gideceği için bu davaların 10 yıl kadar sürebileceğine dikkat çekerek, nihai hedeflerinin büyük bir nüfusu mağdur ederek yaşamsal tehlike arz eden nükleer santrallerin kökünü kurutmak gibi büyük bir mücadelenin başlangıcı olduğunu ifade etmişti.
(Guardian, Yeşil Gazete) 

Çıplak hayatlar

Egemenliğin ortaya koyduğu ilk etkinlik çıplak hayat üretme işidir. Zira, hangi konuda olursa olsun hayatın kendisi bir iktidara ölümüne tabi kılınırken aynı zamanda mutlak bir terk edilme ilişkisine maruz bırakılır.*
Geçen sene Nenoksa Köyü halk festivaline giderken                                                                                  Foto kredi: Sergei Yakovlev/AP:
Fotoğrafta Rusya’nın kuzeyindeki Arkhangelsk bölgesinde 500 kişinin yaşadığı Nenoksa (Nyonoksa) köylülerini bir festival öncesinde, yerel kıyafetleriyle poz vermiş görüyorsunuz. Fakat ne kadar giyinseler de hep biraz çıplaktır Nenoksa halkı; herkesi koruması için siyasi iktidara bırakılan hak karşısında öldürülebilecek fakat kurban edilemeyecek kadar kutsaldırlar.
Bir ay önce, 8 Ağustos günüydü, Nenoksa halkı deniz üstündeki askeri test sahasında bir patlamayla irkildi. Patlamanın ardından test mürettebatında yedi Rosatom çalışanı özel kıyafetli görevliler tarafından ağır yaralı olarak bölge hastanesine götürüldü. Bu esnada radyasyon seviyesi, olağan sınırın 16-20 kat üstüne çıkmıştı. Ardından yetkililer tarafından radyasyon seviyesinin normale düştüğü açıklaması yapıldı. Fakat patlamadan birkaç gün sonra bölgedeki dört radyasyon izleme cihazı devreden çıkarılmıştı.
Hastaneye getirilen Rosatom çalışanları kurtarılamamış, hemen ardından yaralılara temas eden doktorlar kendi muayeneleri için Moskova Hastanesi’ne götürülmüştü. Zira bir doktorun vücudunda sezyum 137 tespit edilmişti… Moscow Times’da yer alan habere göre patlamadan sonra ağır yaralılarla ilgilenen doktorlardan biri 15 Ağustos’ta yaşadıklarını sosyal medyada şöyle anlatıyordu: “Doktorlara talimat verildi. ‘Yaralıları tedavi edin!’ denildi. Ancak yaralılara müdahale etmeden önce hiç bir uyarı yapılmadı, ne koruyucu ekipman ne de kıyafet verildi”. Sosyal medyada olayın olduğu gün bunları paylaşan doktor, daha sonra gazeteye röportaj vermeyi kabul etmedi.
Askeri testi gerçekleştiren Rosatom’dan ilk yapılan açıklama, patlamanın roket motorunda meydana geldiği yönünde olmuştu. Sonrasında bu ifade patlamanın izotop güç kaynağı olan motorda gerçekleştiği şeklinde değiştirildi. Ancak patlamadan tam 18 gün sonra Barent Observer’ın haberine göre Rusya Federasyonu’na ait Hidrometeroloji ve Çevre İzleme Servisi Roshidromet, Severodnisk  üzerinde atmosfere yayılan radyoaktif izotoplardan numune gaz toplamış ve yayılan izotopların niteliğinden patlamanın reaktör patlaması olduğunu tespit etmişti. Bunlar yarılanma ömrü görece kısa olan bazı izotoplardı: Stronsiyum 91 (yarı ömrü 9,3 saat); Baryum 139 (yarı ömrü 83 dakika) ve Baryum140 (yarı ömrü 12,8 gün) ve Baryum ürünü olan Lanthanum 140 (yarı ömrü 40 saat).**
Patlamanın ardından Rusya yönetiminden her şeyin kontrol altında olduğu, bir sorunun olmadığı, hatta Cumhurbaşkanı Putin’den “Sizi ilgilendiren bir durum yok” şeklinde açıklamalar geldi.  Aynı günlerde dalgalar patlama esnasında kullanılmakta olan platformları Dvina Körfezi’nde Nenoksa Köyü’ne kadar getirmişti. Tren istasyonuna yalnızca dört kilometre mesafede kıyıya vuran platformlar bugün hala orada. Köyün insanları uzaktan fotoğrafını çekip sosyal medyada “Ölüm neye benziyor bakın” diyerek paylaşmakta…
Platformların kıyıya vurduğunun sosyal medyada paylaşılması üzerine bölgeye giden bağımsız uzmanların uzaktan yaptıkları ölçüme göre sonuç: 154 Mikrorontgen. Uygun koruyucu ekipman ve ölçüm cihazı olmadan platformdan yayılan radyasyonun ölçülmesi riskli olduğundan tehlike tahminlerden ibaret… Bununla birlikte riskin boyutunu anlamamızı kolaylaştıracak olan bir bilgi testlerin yapıldığı bilinen bölgede, patlama öncesinde standartın 5-6 Mikroröntgen olması sayılabilir.
Özetle reaktör patlamış, radyoaktif kirlilik içinde kalan iki platform kıyıya vurmuş, çevre sağlığını gözeten hiç bir koruma, önlem alınmadan, bir uyarı işareti dahi konmadan  öylece durmakta. Neyse ki aynı askeri testlerde görevli olan bir kaptan bir sabah işe giderken köyün tren istasyonunda kendisine sorulunca “Siz yaklaşmayın oraya tehlikeli olabilir” deyiveriyor…(!)
Fransa’dan Radyasyon İzleme Labaratuvarı CRIIRAD’ın Araştırma Direktörü Bruno Chareyron’un Moscow Times’a yaptığı açıklamasındaki şu sözleri ise dikkat çekici: “Bu sahilde derhal radyoaktif temizlik yapılmalıdır”. Chareyron ekliyor: “Yetkililer radyoaktif patlamadan arda kalanları toplamalı, sudaki kirliliği ölçüp kumdan numune alarak çevresel radyoaktif kirliliği tespit edilmelidir”.
Tehlikeye birebir maruz kalanlar, Nenoksa Köyü sakini 500 kişiyle onların genlerinde yaşayacak doğmamış olanlar ve tabii ki deniz dahil doğal yaşamın  kendisi, canlı, cansız tüm çevre.. Yaşananlar karşısında sayıların anlamını yitirirken Nenoksa Köyü’nden 30 Kilometre mesafede 183 bin nüfuslu Severovinsk şehri uzanıyor.
Rosatom, Rusya’nın askeri ve sivil (ticari)bütün nükleer faaliyetlerini yürüten, 1992 yılında kurulmuş olan Rusya Atom Enerjisi Bakanlığı’nın ve öncesinde Sovyetler Birliği’nin Nükleer Enerji ve Endüstri Bakanlığı’nın devamı niteliğinde olan şirket… İki sene önce Mayak Tesisi’nde radyoaktif atıkların açığa çıkardığı toplam etki süresi 10 yıla varan rutenyum 106 izotopunun Türkiye dahil Avrupa semalarında aylarca dolaşması tehlikesine maruz bırakan; dolayısıyla endişe ve korkuya neden olan, bu süre zarfında sorumlu olduğunu inkar eden şirket…
1986 yılında Dünya’nın en büyük nükleer kazası olarak bilinen Çernobil Nükleer Felaketi’nin müsebbibi ve patlamanın meydana geldiği günlerde gerçekleri  örtbas ettiği için radyoaktiviteye maruziyet potansiyelini sürdürerek dün,bugün ve gelecekte milyonlarca canlının vebalini taşıyan şirket…
1957 yılında Mayak Tesisi’nde meydana gelen fakat, 1990’a kadar 30 köyün haritadan silindiği, binlerce kişinin yaşadıkları yerlerden tahliye edildiğini saklayan ve tarihe Kyshtym Kazası olarak geçen facianın da sorumlusu… 1948’lerden itibaren bölgenin içme suyunu sağlayan Techa Nehri’ne radyoaktif atıklarını döken ve bu nehirden yaşam bulan yüz binlerce insanın, tabiatın zehirlenmesine neden olan Rosatom…
Sicili böylesine bozuk, canavarsı bir şirkete hükümetlerarası bir anlaşma üzerinden %99,2 hisse sahipliğiyle Akdeniz’deki siyasi hesaplar için  nükleer santral kurma, işletme imkanı tanındığına göre bizler maalesef en az Nenoksa yerlileri kadar çıplağız! Zira “Birilerinin elinde nükleer başlıklı füze var ama, benim elimde olmasın, ben bunu kabul etmiyorum” sözü başka nasıl açıklanabilir ki?
Türkiye 1979 yılında Nükleer Silahların Yayılmasını Önlenme Anlaşması’nı onaylamış  bir ülkedir.
Daha bir yıl önce, 2018 yılının Ağustos ayında Birleşmiş Milletler  Silahsızlanma Konferansı’nın Dönem Başkanlığını yaparak 2008’de de icra etmiş olduğu gibi nükleer silahsızlanmaya dair sorumluluk almış katılımcı devletlerin takdirini toplamıştır.
* Agamben,G. ,Kutsal İnsan, 105
** yarılanma ömrü*10=etki süresi şeklinde düşünülebilir.

(Yeşil Gazete)
Bu yazı Sivilsayfalar‘da da yayımlanmıştır 

Hepimiz biraz da ormanız artık!

“Belki de bir toprak etiğinin gelişmesinin önündeki en büyük engel gerek eğitim gerekse ekonomik sistemimizin etik değerlerden değil de vicdanlı bir farkındalıktan uzak oluşudur”.*
İnsanı diğer türler karşısında azınlık olarak değerlendiren Aldo Leopold, toprakla, doğayla etik değerler çerçevesinde kurduğu ilişkinin onu doğayı değiştirip dönüştüren sömürgeci pozisyonundan çıkarıp yalnızca bir doğa yurttaşı yaptığını savunur. Leopold’a göre bu ilişkinin sağlıklı bir şekilde işlemesi ancak sevgi, saygı ve hayranlık temelli olması halinde mümkündür. Toprak Etiği’ni 1949’da keleme alan Leopold bugün Kazdağları’nda altın madeni işletmek için  kurban edilen ağaçları, İzmir’de, Marmaris’te ve daha birçok yerde çıkan yangınlarda alevlere terk edilen ormanların halini görse, insan türünün neredeyse bir asrın sonunda hala sınıfı geçemediğini, sevmenin öğrenilebilen bir şey olmasına rağmen başarısız olunduğunu anlayıp kuşkusuz çok üzülürdü. Tabii biz de üzüldük, kahrolduk, kahroldukça sevgimizi daha çok fark ettik…
Bu yazıyı onurlandıran karikatürist Oğuz Demir’in Kazdağları Kardeşliği adındaki rüya gibi çizimine gözlerimin takıldığı 3-4 saniyede ben de orman oldum… Tüm canlar hemhal olmuş bir ağaca sığınmıştık… Çizimin içinde yerimi aldığımda fonda piyano sesi duyuluyor, binlerce kişi omuz omuza vermiş bulunuyor, bir arada olmanın gücüyle umutlu bir hava esiyordu. Sonra birden alevler sardı etrafımızı, farklı türlere ait olan sesler birbirine karışıyor, çığlık çığlığa bir kaçış yaşanıyordu. Bastığımız toprak erirken piyano gitmiş, yerinde alevlerin dansıyla bir trajedi sahneleniyordu… Sıcaktı, çok sıcak… Ateş çemberinin ortası cehennemin kendisiydi.
Katı olan her şey buharlaştığı gibi yangınlarla da kül oluyor… Ateş olmayan yerden duman çıkmadığı da malum, bu ateşin nedenleri arasında  piknikçinin mangalı, sigara izmariti, bir cam kırığının iklim krizinin coşturduğu aşırı sıcak hava, rant fırsatçılığı ve daha birçok olasılık sayılabilir. Ancak, yangın risklerinin arttığı bir dönemde yangınların tespit edilmesine ilişkin yeterli önlemlerin alınmasını, erken yangın tespit sistemi kurulması gibi alınabilecek önlemleri tartışmamız gerekirken bu yangınların neden söndürülmediğini ve yayılmaya bırakıldığını konuşmak zorundayız. Zira yetkili tarafların yaptığı açıklamalar yangınların  söndürülmesi için azami gayretin sarf edilmediğini hatta, yangın söndürme konusunda ehil ve donanımlı Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı Türk Hava Kurumu’nun bilinçli bir şekilde devre dışı bırakıldığını gösteriyor. Diğer taraftan Tarım ve Orman Bakanlığı’ndan kendi bakanlığının bütçe ve maliyet hesabı içine düştüğüne işaret eden açıklamalar duyuyoruz…
‘Bu cinayet kimin işine yaradı?’
Daha açık ifade etmek gerekirse; yangınların çıkma nedeni ne olursa olsun bu yangınların ölçeğinin büyütüldüğünü, ormanlarımızın ve içindeki canların bilinçli bir şekilde yanmaya terk edildiğini görüyoruz. Leopold’un bahsettiği sevgiden eser yok… Genellikle cinayet filmlerinde katili bulmak için “Peki bu cinayet kimin işine yaradı?” sorusunu sorarız, sanırım bu sorunun cevabını bir yıl sonra alacağız. Her ne kadar Orman Bakanlığı’nın ve İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin ormanların yanmasının her hangi bir maddi karşılığı olmayacağına dair verdiği sözler, resmi açıklamalar olsa da İzmir Karabağlar’da kül olan 1000 stadyum büyüklüğündeki alanın imara açılmasına izin verilecek mi önümüzdeki süreçte göreceğiz. Zira  kapitalist sistem içerisinde metalaştırılan şeylerin miktarını arttırmanın tek yolu para işlevi görmeyen metaların miktarını azaltmak olduğu üzere, meta değerlerin yasa ve kanunların dışına taşarak sürekli genişlediğini gösteren örnek yok değil. Nitekim 2007 yılında Muğla’nın Milas ilçesinde Güvercinlik koyunda çıkan yangının Halep çamı ve kızıl çam ormanını kül etmesiyle 150 stadyum büyüklüğünde bir arazi ormansızlaşmış, dönemin Orman Müdürü ise arazinin imara açılmayacağına, ağaçlandırılacağına dair sözler vermişti. Yangından bir yıl sonra yanan arazi üstünde beş yıldızlı bir otelin inşaatına başlanması için verilen onayı, 2015 yılında müşterilerini ağırlamakta olan bu otele bin yatak kapasiteli ikinci tesisi kurması için izin verilmesi izledi.
Benzer şekilde Trabzon Sürmene’nin Çamburnu Mevkii’nde 20 hektarlık alan yandıktan sonra imar açılmayacak denmiş olmasına rağmen bugün villalar yükselmiş bulunuyor. Özetle bir kez daha anlaşılıyor ki neoliberal ekonomi politikasının olanaklarıyla semiren kapitalist sistemin her koşulda ve şekilde yeni ihtiyaçları doyurma çabası içinde olduğunu akılda tutarak verilen sözlerin takibini yapma sorumluluğu sivil toplumdadır.
Yıllar yılı sırtına yüklenen kayayı yokuşun başına yeniden ve yeniden taşıyan Sisifos, en son bir piyanoyu çıkardı yokuşun başına, yok oluş çığlığı  okyanus ötesinde yankılandı, sesine karşı coğrafyalardan ses buldu. Kalkınma eleştirmeni, insanın hırs ve ihtiraslarının varacağı noktayı görerek doğal yaşama dair düşünen, Henry David Thoreau 1845’lerde kaleme aldığı Ormanda Yaşam‘da (Walden) “Ayağımı bastığım toprak ölü, atıl bir kütle değil. O bir beden bir ruhu var, organik; o ruhun etkisi, o ruhun parçacıkları içime akıyor” sözleriyle anlatır doğanın parçası olduğunu. Ormanın ve ormanı evi bilenlerin acısını yüreğimizde hissedebildiysek, ondan bir parça  da aklımızda, fikrimizin kıyısında bizimle yaşar. Tabii, bu her ezilen için geçerli.
Emeğin, toprağın, paranın her şeyin metalaştırılmasına istinaden 1944’te Büyük Dönüşüm’ün yazarı Karl Polanyi, toplum gerçekliğinin yakınmadan kabul edilişinin insana ortadan kaldırılabilecek tüm adaletsizlikler ve özgürlük kısıtlamalarına karşı yılmadan mücadele etme gücü ve cesareti verdiğinden bahseder. Sisifos‘un durumunu hatırlatan türden bu yaklaşım cesaretin  herkes için daha geniş özgürlükler yaratma amacına sadık kalması halinde büyüdüğüne ve bu süreçte gücün veya planlamanın özgürlükleri yok etmek üzere kendisine karşı çalışmasından da korkması gerekmediğine işaret eder. Fakat  iktidarların dayatmış olduğu sınırların aşılabilmesi için önce Foucault’un Özne ve İktidar’da  önerdiği gibi bu dayatılan sınırların evrensel ve zorunlu olduğunu düşünmekten kendimizi kurtarmamız gerekir. Başka türlü bir yaşamın mümkün olduğu tahayyülüyle ortaya çıkan toplumsal hareketler içinde birbirimizden yana atacağımız adımlar özgürlüklerimizin güvencesi olacaktır. Gerek doğanın ve doğal varlıkların gerekse  insanın hak ihlalleri olsun, ormanda yaşarken evinden olan tüm canlar, KHK’lerle bin bir emekle edindikleri işleri kaybettirilmiş olanlar; emekçiler; ekonomik döngünün ve siyaseten sistemin dışına atılmaya çalışanlar için topyekün kurtuluş biraz da o sınırların karşılıklı atılacak adımlarla aşılmasında saklıdır. Hepimiz Ermeniyiz, Hepimiz Hrantız, hepimiz KHK’lıyız; hepimiz HDP’liyiz; hepimiz kadınız; hepimiz LGBTİ’yiz; hepimiz Özgecan’ız ve hepimiz biraz da ormanız artık!
*Aldo L., A sand County Almanac,  (Perhaps the most serious obstacle impeding the evolution of a land ethic is the fact that our educational and economic system is headed away from, rather than toward, an intense consciousness of land.Çeviri P.Demircan) s: 223
(Bu yazı Sivilsayfalar.org‘da  da yayımlanmıştır)

[COP 28] Nükleer enerjinin COP kararına girmesinin arka planı

  Küresel ısınmanın önlenmesi için ilki 1995 yılında gerçekleştirilen  COP  toplantılarının 28’incisine fosil yakıtlardan çıkışa dair somut ...